Yazılarımdan sizin de yakından tanıdığınız can dostum Meltem Nike’ta çalışıyor. Nike’ın merkezi Hollanda’nın Hilversum şehrinde olduğu için ara ara seyahatleri oluyor. Şubat 2017'de yine bu seyahatlerden birinde “acaba nasıl olur?, çocukları ve eşleri bırakıp gidebilir miyiz ki?” filan derken kendimizi havalimanında bulduk.
Şöyle ki; Meltem’in Salı günü orada olması gerekiyor, o nedenle Pazartesi akşamdan gidecekti. Fakat birlikte gitmeye karar verince Pazar sabahtan gidip, Pazar Pazartesi’yi değerlendirelim dedik. Yalnız seyahat etmeme alışık olmaması(bende değilim gerçi) sebebiyle konuyu eşimle paylaşınca doğal olarak önce biraz şaşırdı ama gayet anlayışla karşıladı. Yani kız kıza gitme fikri beni bile ondan daha çok şaşırtmıştı.
Meltem benim ortaokuldan, tam tamına 26 yıllık arkadaşım. Evliliklerden sonra şansımıza eşlerimiz de anlaşınca dostluğumuz güçlenerek devam ediyor. Bunca yıllık arkadaşlığımıza rağmen izinler, okul(onun oğlu okullu), hamilelik vs. derken birçok kez denememize rağmen bir türlü yurtdışı seyahati denk getirememiştik. Evlenip bir de çoluk çocuğa karıştıktan sonra hele bir de kız kıza bir yurtdışı seyahati 2 gün bile olsa bizim için tam bir kaçamak oldu.
İzinler alındıktan sonra, otel, uçak vs. işlerini de bir çırpıda halettik. Pazar sabahı saat 06:00’da havalimanında buluştuğumuzda hala bunu yaptığımıza inanamıyorduk. Uçak saatine kadar duty free gezip kahvelerimizi yudumlarken ikimiz de sanki ilk defa yurtdışına çıkıyormuşçasına heyecanlıydık.
Yolculuk boyunca bol bol muhabbet ettik, film izledik, ayrı ayrı izlediğimiz filmlerde hüzünlenip ağladık, sonra gülme krizine girdik derken bir baktık Amsterdam Schiphol Havaalanı’na iniş için anons yapılıyor. Seyahatimizin de bu kadar çabuk bitmemesini umut ederek pasaport kontrolünden geçtik ve ver elini Amsterdammmm…..
Havalimanından trenle Amsterdam Centraal istasyonuna gitmek için 4 Euro’ya aldığımız biletlerle 20 dakika da merkezdeydik. Dam Meydanı ve Warmoesstraat Bölgesi’nin yakınında yer alan otelimiz (Tulip Inn Amsterdam Centre) tren istasyonuna 10 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Zamanımız kısıtlı olunca otelde çok oyalanmadan attık kendimizi sokaklara.
Dam Meydanı’ndan dümdüz devam ederek Rokin Caddesi’ne doğru ilerledik. Solda bulunan Rokin Hotel’in arka tarafında, çok methini duyduğumuz Bierfabriek adında bir tavukçuya gittik. Bira fabrikası konseptindeki tavukçuda kendi üretimini yaptıkları üç çeşit bira bulunuyor. Masada ve duvardaki çuvallarda bulunan yer fıstıklarından sınırsızca yiyip kabuklarını yere atabiliyorsunuz. Barbekü soslu tavuğu, patates püresi ve et karışımlı kızarmış kroket köftesi şeklindeki ‘Bitterballen’ı denedik. Ve itiraf etmeliyim hiiiç beğenmedik. Acı ve barbekü sos olmadan tavuk bizim bildiğimiz tavuk budu, hiçbir lezzeti ve özelliği bulunmuyor. Ortam güzel olmasına karşın bir daha tercih etmeyeceğim bir mekân.
Karnımızı doyurduktan sonra başladık kafamıza göre gezmeye. Rokin Caddesi’nden devam ederek Çiçek Pazarı’nın olduğu meydana, oradan da Rembrandtplein’e yürüdük.
Meydanın hemen köşesinde Amerika’da ve birçok Avrupa ülkesinde bulunan ve benim çok sevdiğim “Flying Tiger” (http://uk.flyingtiger.com/en-gb) mağazasına girdik. Mağazada hemen hemen her şeyi (tokadan peçeteye, eldivenden bardağa…) bulabiliyorsunuz, hem uygun fiyatlı hem de orijinal ürünler bulunuyor. Mesela Meltem oğlu Mert için deney tüpleri arıyormuş ama bulamamış, burada 4 Euro’ya gayet güzel bir set buldu.
Yürürken aralarda durup durup, Amsterdam’ın kanallarla bölünmüş sokaklarında ve sıra evlerden oluşan farklı mimariye sahip evlerinin önünde fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik.
Peynirlere bakmak için Hollanda’nın ünlü peynir markalarından Henri Willig’in Rembrandtplein şubesine girdiğimizde saat 16:00’da “peynir tadımı” olduğunu gördük, yani 15 dakika sonra, şansımıza da yer vardı ve hemen randevumuzu yaptırdık.
Büyük çoğunluğu turistlerin oluşturduğu yaklaşık 24-25 kişi 6-7 kişilik masalara dağılıyor. Tadım tanıtımında bize eşlik eden Barbara’nın verdiği genel bilgiden sonra 15 dakika Henri Willig’in nasıl bugünlere geldiğini anlatan bir film izletiliyor. Filmin bitiminde, önceden hazırlanmış peynir tabakları ve soslar masalara dağıtılarak tadımın asıl beklenen kısmı başlıyor. Dört çeşit peynir ve iki çeşit sosun tanıtıldığı tadımda en çok hoşumuza giden çeşit “old gouda” oldu.
Markanın peynirleri tanıtıldıktan sonra, mağazadan yapılacak alışverişlerde kullanılmak üzere dağıtılan %10’lu indirim kuponu da işin ticari kısmını destekliyor. Yani hem peynir tadımından hem de yapılan peynir alışverişlerinden mütevellit Henri Willig, Amsterdam merkezde adım başı peynirci dükkânı açmış.
Gideceğimiz yönü tahmin ederek kanallarla çevrili sokaklarda kaybola kaybola Leidseplein’e vardık. Hava kararmış ve bayağı bir soğumuştu. Aslında akşam yemeği için gelmeden Damstraat’da bulunan CAU’da (www.caurestaurants.com) yer ayırtmıştık ama biraz fazla yürüdüğümüz için oraya kadar geri gitmeyi göze alamayıp Leidseplein’de bir yerde yemek işini hallettik, hem de biraz ısınmış ve dinlenmiş olduk.
Yemekten sonra sırada otelimizin arka tarafına bulunan Red Light District var. 2010 yılında geldiğimde bir caddeden ibaret olan Red Light Street, yayılıp büyüyerek Red Light District olmuş. İkimiz de daha önce gelmemize rağmen yine şaşkınlık içerisinde sokak sokak dolaştık.
Artık yorgunluk iyiden iyiden vurmaya başladı. Yarın da aynı tempoyu yaşayacağımı düşünerek çok uzatmadan otelimize geçip dinlendik.
Sabah erkenden kalkıp düştük yollara çünkü bugün saat 15:00’e kadar vaktimiz var.
Otelimizin hemen ön tarafındaki meşhur Damrak Caddesi’nde bulunan bakerylerden birinden aldığımız kruvasanlar ve Starbucks kahvelerimizle hızlıca kahvaltı yaparak yine Damrak Caddesi üzerinde bulunan ve saat 10:00’da açılan Primark’a kalabalık olmadan attık kendimizi. Direkt çocuk katına çıkarak oğullarımıza bir şeyler baktıktan sonra ikimizin de en sevdiği bölüm olan ev bölümüne geçtik. Saat erken olduğu için kasa kuyruğu filan beklemeden ödemeleri yapıp otele geçtik. Valizleri toparlayıp emanete bıraktık ve doğru Museum Plein’e….
Zamanımız çok kısıtlı olduğu için (yoksa bayılırım müze gezmeye!!!!) müzelere girmedik. Rijksmuseum’un önündeki “Iamsterdam” yazısı önünde fotoğraflarımızı çekerek Çiçek Pazarı üzerinden Spui Meydanı’na gittik.
Hava da şansımıza güneşli ve düne göre çok daha iyiydi. Pazartesi günleri saat 12:00’de açılan meşhur Van Stapele’den (http://vanstapele.com/) tanesi 1.95 Euro’ya aldığımız cookieler gerçekten çok lezzetliydi. İsterseniz 14 Euro’ya çok şık bir kutu içerisinde 6 tanede alabiliyorsunuz.
Van Stapele’nin bulunduğu dar ara sokaktan Spui Meydanı’na doğru köşeyi döner dönmez hemen sağdaki The Coffee Company’de oturduk, keyif yaptık. Aslında biz orada saatlerce oturabilirdik ama benim uçak saatim yaklaştığından yavaş yavaş Kalverstraat üzerinden otele doğru yürüdük.
Otelden valizlerimizi alıp tren istasyonuna geldiğimizde ben havalimanına Meltem de Hilversum’a giden trenlere binmek üzere ayrılırken bundan sonra arada böyle kaçamaklar yapmanın iyi olacağında ikimiz de çok nettik.
Yaklaşık iki günlük kısa bir süre bile olsa hiç planlamadan ani bir kararla yaptığımız bu piyango seyahat bize çok iyi geldi. Hem yıllardır istediğimiz bir şeyi yapmış olmanın verdiği gurur, hem eşlerimizin bizi desteklemelerinin verdiği huzur, hem de iki günlük bu unutulmaz seyahatin verdiği mutlulukla dostluğumuz için bir kere daha şükrettik. İyi ki benim can dostumsun Meltem’im…