LOVE

LOVE

19 Aralık 2018 Çarşamba


PORTEKİZ

İlk Durak; LİZBON

4 saat 40 dakikalık yolculuğun ardından Lizbon’dayız. Uraz’la 40 günlük Santiago Compostela sonrası ilk en uzun uçak yolculuğumuz oldu. Yerinde duramadığı ve her şeyi merak ettiği için açıkçası biraz endişelerim olmadı değil ama gayet rahat ve keyifli bir yolculuk geçirdik.
Önce biraz etrafla ve önündeki ekranla ilgilendi derken yemek telaşı, sonra uykusu geldi ve uyudu. Uyanınca da biraz oyuncak, kitap derken, bir baktık inişe geçmişiz bile. Yani baştan kulağa biraz hoş gelmese de o kadar endişe edecek bir şey yok sevgili anneler.
Lizbon havaalanından 3 günlük “Lisboa card” aldık. Fiyatı kişi başı 40 euro, hemen hemen tüm toplu taşımada(Sintra’ya giden tren dahil) geçiyor ve birçok yerde de indirim sağlıyor.
Bizim otele havalimanından metro ile aktarmalı olarak da gitmek mümkündü ancak biz hem biraz şehri görmek hem de otelin önündeki cadde de indirdiği için otobüs ile gitmeye karar verdik. “AEROBUS” firmasına ait otobüsler hemen havalimanı çıkışında sağ taraftaki duraktan kalkıyor, Lisboa card geçmiyor ama indirim var, 2 kişi 3 euro ödeme yaptık.
Yaklaşık 20 dakikada ineceğimiz durağa geldik. İlk izlenim olarak şehre bayılmadım ama olumsuz bir şey de hissetmedim. Biz THY’nin anlaşmalı otellerinden konumu nedeniyle Double Tree Hilton’u tercih ettik ve gayet memnun kaldık. Özellikle girişte hoşgeldiniz diye ikram ettikleri ve istediğimiz her zaman alabileceğimizi ilettikleri ılık çikolatalı cookie’lerin tadı hala damağımda...
Otele yerleşip vakit kaybetmeden başladık şehri keşfetmeye. Öncelikle direkt sahile giden mavi renkli metro hattını kullanarak “Terreiro do Paço” durağına gittik. “Praça do Comercio” meydanında fotoğraf çektikten ve Uraz güvercinlerle biraz koşturduktan sonra meşhur cadde “Rua Augusta”dan Rossio Meydanı’na doğru yürüdük. Açıkçası bu cadde neden meşhur olmuş anlamadım çünkü çok sakin ve hiçbir özelliği yok. İnditex Grubu(Zara, Massimo Dutti, İntimissimi, Bershka,…) markalarının yanı sıra yerel mağaza ve restoranların olduğu bir cadde. Bir de Portekiz’in ünlü morina balığından yapılan, tadı bizim patates köftesine, tipi de içli köfteye benzeyen ama çok çok sevmediğimiz Pastel De Bacalhau’u en iyi yapan yer olarak ün salmış “Casa Portuguesa do Pastel de Bacalhau” var bu caddede. Bazı yerlerde “Bacalhau cake” olarak da geçen içli köftenin burada adeti 4,5 euro, isterseniz 1 kadeh şarap ve şık bir sunumla menü yapıyorlar, zaten başka bir yemek seçeneği yok.
Burada biraz açlığımızı bastırdıktan sonra Rossio Meydanı’na geldik. Dikdörtgen şeklindeki ferah meydanda yeni yıl için kurulan küçük Christmas Market’e bakındıktan sonra tüm bloglarda yazan ve her gidenin sadece meraktan mutlaka denediği “A Ginjinha”da vişne likörünü denedik.  Toplamda 5 kişinin yan yana duramayacağı küçücük dükkânda sadece vişne likörü satışı var, 1 küçük shot 1,5 euro. Gelmişken tadına baktık ama sıradan bir likör, çok bir şey beklemeyin.
Sırada Rossio Meydanı’nın sahile doğru sağ alt köşesinde bulunan, Baixa – Chiado ve Barrio Alto Bölgeleri arası geçişi(Portekiz’in tepelik bir bölge olduğunu düşünürsek) kolaylaştıran “Santa Justa Lift” var. Zaten önündeki sıradan doğru yere geldiğimizi hemen anladık. Lisboa card ile asansör ve en tepesindeki manzara terası ücretsiz, normal fiyatı 5,15 euro. Asansörle çıkarken etrafı göremiyorsunuz ancak terasın dört bir yanından Lizbon manzarası gerçekten şahane…
Baixa Bölgesi’ne geçtiğimizde hava kararmaya başlamıştı. Bölgedeki caddelerin yeni yıl süslemeleri, Largo do Chiado Caddesi sonundaki “Praça Luis de Camoes”e kurulan ışıl ışıl dev noel baba, sokak çalgıcılarının keyifli müzikleri ve tarihi binaların nostaljik görüntüsü içerisinde 1 saat filan dolandık.
Artık karnımız iyice açıktı. Yeşil metro hattında Baixa-Chiado durağından binip Martim Moniz’de indik ve ünlü böcekçi Ramiro’ya kadar yürüdük.  Burası hakkında giden herkesten ve okuduğum bloglardan güzel şeyler duymuştum. Girişte bulunan bilgisayardan dil ve kişi sayısını seçerek sıra numarası alıyorsunuz, sıranız geldiğinde de kendi dilinizde çağırılıyorsunuz.  İki katlı, farklı salonlardan oluşan ve tıklım tıklım bir restoran. Yukarıdaki masamıza geçene kadar gözlerimi masalardaki envaı çeşit böceklerden alamadım. İnsanın iştahını kabartan kokudan zaten bahsetmiyorum bile.
Biz tere yağda karides, ızgara jumbo karides, yengeç ve istiridye yedik. En çok karidesleri beğendik. Portrekiz’e genel olarak ucuz diyorlar ama kurdan dolayı belki bize süper ucuz filan gelmedi, iki kişi için bayağı iyi bir hesap ödedik.
Aralık ayında hava bakımından gelinebilecek en doğru yere geldiğimize karar vererek, güzel havanın tadını çıkardık ve yemek sonrası otele kadar yürüdük. Uraz pusetinde uyudu, tüm günün koşturmacasına maşallah iyi bile dayandı.
2.günümüzde Rossio Meydanı’nın hemen arkasında bulunan Square of thw Fig Tree (Fig Tree Meydanı)’nin köşesinde bulunan “Confeitario Nacional”da kahvaltı yaptık. Bence son derece vasattı; önce çay fincanları pis geldi, sonra sipariş yanlış… Neyse iyi kötü yedik bir şeyler kalktık.
İstikamet “Belem Kalesi”(Torre de Belem)… Yeşil hatla “Rossio”dan “Cais do Sodre” durağına, ordan da Belem’e giden trenine aktarma yaptık(Lisboa card ile trenler ücretsiz).
Belem durağında inip kaleye doğru Tejo Nehri kenarından yürürken San Francisco'da bulunan Golden Gate Köprüsü’nün benzeri 25 Nisan Köprüsü  (25th April)’nü tüm ihtişamıyla görebilirsiniz. Aynı zamanda karşı tarafta bulunan İsa heykeli de şehrim önemli simgeleri arasında yer alıyor.
Sahilden devam ederken karşımıza “Kaşifler Anıtı” yani  “Padrao dos Descobrimentos” çıkıyor. Anıt, 15. yüzyılda ülke kâşiflerinin sefer yapmalarını teşvik eden, denizci Henry’nin 500. ölüm yıl dönümü anısına 1960 yılında inşa edilmiş. Anıt üzerinde, denizci Henry, krallardan Alfonso V, Pedro Alvares Cabral, Vasco Da Gama ve Ferdinand Magellan ile önemli görevler üstlenmiş din adamları, matematikçiler ve diğer kaşifler bulunuyor. Müze ve sergi salonlarıyla toplam 7 kattan oluşan anıtın en üst karından eşsiz Lizbon manzarasını izleyebilirsiniz.
Sonrası Belem Kalesi… Kaleye giriş 6 euro, ama bizi pusetle gören görevli bizi sıradan çıkararak kenardan içeri aldı, ne sıra bekledik ne de ücret ödedik. Çıkışta dikkat ettim pusetle bekleyen aileler vardı, o görevli orda bize denk geldi ve jest yaptı sanırım.:)
Kalenin içerisinden yukarı çıkmak için 90 küsur basamak var ve iniş çıkış sırayla. Kırmızı ve yeşil ışıkla yaya iniş çıkış trafiğini dengelemişler. Kalenin en üstünde çevreye tepeden bakıp fotoğraf çektirebilirsiniz.
Kaleden çıktıktan sonra geldiğimiz yöne, sahilden değil deciç kısımdan yürüyerek ünlü ve en lezzetli Pastel Da Nata’yı yemek için Belem Pastanesi (Pasteis De Belem)’ne doğru yola koyulduk. Sabah kahvaltı yaptığımız Confeitario Nacional’da da denemek için yemiştik ama gerçekten hiç alakası yok. Bir kere burada taze, sıcak sıcak geliyor, üzerine de isteğe göre pudra şekeri ya da tarçın ilave ederek yiyorsunuz. Dışı incecik çıtır çıtır milföy hamuru içi ise şahane bir pastane kreması; tadı bana sahlebi andırdı. Veee bir tane asla yetmedi, yetmez. Buraya gelirken Uraz uyudu ve pastane boyunca uyanmadı, biz de sakin bir anne baba saati yapmış olduk.
Şehre dönmeden yol üzerinde daha önceden gitmeyi planladığımız moda, tasarım, vintage ürün satan dükkânların bulunduğu LX Factory’e uğradık. Çok şık ve tasarım ürünler var ve fiyatları oldukça pahalı. Biraz dolandıktan sonra Uraz’ın karnını doyurmak için bir kafede oturup pizza yedirdik.(Biz de tadına baktık tabii)
Lizbon’un diğer bir bölgesi olan Alfama, oldukça dar ve dik yokuşlu, bu nedenle burayı elimizde pusetle yürüyerek gezmeyi gözümüz pek kesmedi ve Martim Moniz Meydanı’ndan kalkan 28 nolu sarı tramvay ile gezmeye karar verdik. Tramvay oldukça turistik, durakta sıra çok, tramvayın içi kalabalık, bu nedenle dikkatli olmakta fayda var.
Alfama Bölgesi’nde Campo de Santa Clara caddesinde sabahtan akşam 17:00’ye kadar devam eden, Salı ve Perşembe günleri açık olan “Feira da Ladra” pazarına gitmeye niyetimiz vardı ancak saat zaten 17:00’i geçtiği için geç kalmıştık, merakı olanlarının bilgisine... Biz tramvaydan hiç inmeden Baixa Bölgesi’ne kadar gittik, zaten inseymişiz de bir daha binmemiz çok zor olurmuş çünkü bölgedeki her durakta çok sıra vardı.  
Baixa’da “Largo do Carmo” caddesinin ilerisinde yer alan, tavsiyeler üzerine gittiğimiz “Faca&Garfo” restoran sadece 7 masalı, çok yerel bir aile işletmesi. Menü de son derece sade, yediğimiz ahtapot, morina balığı ve sardalye inanılmaz lezzetliydi, kesinlikle tavsiye ediyorum. Çıkışta Uraz’a söz verdiğimiz için Santini’de dondurma yiyip, metro ile otelimize döndük.
3. günümüzde Lizbon’a trenle 40 dakikalık mesafedeki Sintra kasabasına gittik. Trenler Rossio meydanından kalkıyor ve Lisboa card geçiyor. Sintra’da trenden istasyonundan çıkınca sağ tarafta 434 ve 435 nolu otobüsler var. Kasaba son derece tepelik ve sokaklar dar olduğu için görülecek yerlere yürümek çok zor, macera aramaya hiç gerek yok…. Kasabada görülmesi gereken 3-4 turistik yer var, otobüsler hepsine uğruyor ve sonrasında aynı otobüslerle Cascais’e (bizim Şile gibi bir sahil kasabası, biz gitmedik) ya da Avrupa’nın en batı ucu olan Roka Burnu(Cabo da Roca)’ndan Atlantik Okyanusu’nu karşı günbatımını izleyebilirsiniz.
Biz Sintra’da sadece “Palacio National de Pena”ya gittik. Kale, çocukken kullandığımız MonAmi pastel boyalarının üzerindeki kale gibi rengârenk, çok sevimli. Otobüsten kalenin alt kısmında inip, giriş için bilet alıyorsunuz, kişi başı 14 euro, bir de tırmanmak istemiyorsanız kişi başı 3  euro da kale içerisinde iniş çıkış için ücreti var. Beni bilenler müze gezmeyi çok sevmediğimi iyi bilir, o nedenle itiraf etmemde sakınca yok ki; kalenin dışı içinden çok daha etkileyici… Renklerin canlılığı ve nefes kesen manzarada çok güzel fotoğraflar yakalamak mümkün.
Sintra dönüşü trenle “Cais do Sodre” durağında inip en keyif aldığımız yerlerden biri olan “Mercado da Riberia” diğer adıyla “TimeOut Market”e gittik. Burası bizim yurtdışı seyahatlerimizde gitmeyi en sevdiğimiz market tarzı; balıkçısından etçisine, tatlıcısından şarapçısına birçok farklı restoran bir arada. Herkes istediği yiyeceği alıp ortadaki masalara oturuyor, fonda hafif bir müzik ve keyifli bir sohbet. Bizim Lizbon’daki son akşamımız tam da böyle oldu… Uraz’a ipad açtık, (malum tüm gün kültürel geziden hiç izlemedi), bir yandan ona yedirdik, bir yandan da biz yemeğimizi yerken yanımızdaki orta yaş üzeri Fransız çift ile sohbet ettik.


Otele dönerken Uraz günün tüm yorgunluğu ile pusetinde uyuyakaldı. Yatmadan önce valizi toparladık çünkü yarın sabah erkenden trenle Porto’ya geçeceğiz.