LOVE

LOVE

7 Haziran 2017 Çarşamba


Oooo Champs Elysees

Can dostlarımız Bilgebay’lar Nisan ayında TEOG sınavı nedeniyle okulların tatil olduğu hafta oğulları Mert’i Paris’te Disneyland’a ve Barselona’da Barça maçına(Mert İstanbul’da hafta sonları Barselona Futbol Okulu’na gidiyor) götürmeye karar vermişler. Bize, “siz de gelin” diye teklif ettiler. Önce izni ayarlayamayız filan derken, takvime bakınca eşimin yıllık iznine denk geldiğini fark ettik.
Eşim yatıları nedeniyle arada gidip geliyor ama ben Paris’e en son 1997 yılında(şaka maka 20 yıl olmuş) üniversite sınavları öncesinde moral olsun diye ailemle gelmiştim.
İzinler denk gelince biz de Bilgebay’larla bir gün öncesinden başlayarak seyahatin Paris kısmına gitmeyi, oradan da Barselona yerine Amsterdam’a geçmeye karar verdik. Paris programı yapıldı, Eyfel Kulesi ve Sen Nehri tekne turu için online biletler alındı, heyecanlı bekleyiş başladı. Bu arada birçok kez niyetlenmemize rağmen Bilgebay’larla yurtdışı seyahatini bir türlü denk getirememiştik, bu bizim için bir ilk olacaktı.
06.55’te kalkacak uçağımız için erkenden havalimanına gittik. Uraz da sabahın 04.00’ünde kaldırılınca şaşırdı ama yarı uykulu da olsa duruma adapte oldu. Uçak saatine kadar uyanık kalınca da uçakta kahvaltı sonrası uyudu, biz de biraz dinlenme fırsatı bulduk. Bunu mutlaka bu şekilde denk getirmeye çalışıyoruz ki uçakta uyusun yoksa gerçekten özellikle bu dönem sıkıntı olabiliyor. Yürümüyorken çok sıkıntı yoktu, biraz daha büyük olsa boyamadan ya da hamurla oynamaktan anlasa onlarla oyalanır ama bu dönem(1,5-2 yaş) hem çok meraklı her şeyi keşfetmeye çalışıyor, hem de yürümenin tadını çıkarmak istiyor, sonuç; hiç yerinde durmuyor.
Charles de Gaulle Havalimanı’nda inince metroya binip şehre inmek için önce CDGVAL Airport Shuttle ile Terminal 3’e gelmek gerekiyor. Buradan alacağınız bilet ile de metroya binip gideceğiniz yere rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz. Biletleri 1-3-5… kaç günlük kullanacaksınız ona göre tek seferde almak, her gün tek tek almaktan çok daha ekonomik oluyor.
Paris’in metro hattının çok gelişmiş olduğu bir gerçek ama çok eski ve bakımsız. 10 hattan 8’inde asansör yok. Bir de biz pusetli olunca çok zor oldu, özellikle eşime. Hadi biz 3-5 gün gezip döndük ama sürekli yaşayanlar, hatta engelliler için kesinlikle kullanılamaz durumda. Bu açıdan metrolardan hiç ama hiç memnun kalmadık. Bir de cereyan olayı var ki ona daha sonra değineceğim.
Otele yerleşip biraz dinlendikten sonra baktık ki Uraz uyumayacak ve karnımız çok acıktı, attık kendimizi Paris sokaklarına. İlk durağımız karnımızı doyurmak üzere Saint Germain’deki Ralph Lauren’in şirin mi şirin restoranı Ralph’s. Şansımıza hava çok güzeldi ve küçük verandada oturmanın keyfini çıkarttık. Buranın hemen hemen her şeyi çok lezzetli ama özellikle hamburgerleri… Biz de hamburger yiyerek çok doğru bir karar vermişiz. Bir de yemek öncesi ikram olarak getirdikleri kızartılmış yeşil zeytinlerin lezzeti hala damağımızda. Kabul fiyatlar biraz yüksek ama gerçekten hem yemekler çok lezzetli hem de mekân çok çok keyifli. Bir de şansımıza yolda Uraz uyuyunca biz de bu güzel mekânda anne-baba keyfi yaptık. Yemeğin sonlarına doğru Uraz da uyanıp bu lezzetli yemeklerden yedi tabii. Burada tatlı-kahve keyfi de yapmak isterdim ama çok doyduğumuz için biraz yürüyüp öyle kahve içmeye karar verdik.
Saint Germain’den Pont des Arts (Kilitli ya da Aşıklar Köprüsü)’ı geçerek Louvre Müzesi yanından çok keyifli ve şirin kafelerin bulunduğu Rue Saint Honore Caddesi’ne doğru yürüdük. Buradan da Opera Bölgesi’ne. (Google Map’ten dediğim yerleri takip ederseniz mesafenin kısa olduğunu göreceksiniz) Belirlediğimiz istikamette, kafamıza göre sokaklara gire çıka dolandık. Ben zaten yurtdışını gezmeyi böyle seviyorum. Sokaklarında kaybolmadan o şehri gezmiş saymıyorum, sadece bilinen turistik yerlere gitmek şehri gezmeye, anlamaya yetmiyor.
Ev dekorasyonuna meraklı çok sevdiğim zevkli bir arkadaşımın tavsiye ettiği Maison du Monde      (http://www.maisonsdumonde.com/)‘nin Opera Bölgesi’ndeki şubesini ziyaret etmeden gelmem düşünülemezdi tabii. Ev ile ilgili bardaktan çerçeveye, avizeden vazoya kadar çok çeşitli ve zevkli ürünlerin bulunduğu bu mağazada bayağı bir mesai harcamak gerekiyor. Amma ürünlerin kırılma ihtimalini ve çok tabii Türkiye’ye taşıma zorluğunu düşünerek çok abartmamakta fayda var.
Bu iş de bittiğine göre artık güzel bir kahve içme vakti geldi.  Lafayette’nin hemen karşısındaki “La Maison Le Gourmet”in içerisinde bulunan, Londra’dan da bildiğimiz ve çok sevdiğimiz “Pret A Manger”de (bademli kruvasanını şiddetle öneririm) bir şeyler yiyip kahve içtik.
La Maison Le Gourmet’de adından da anlaşılacağı üzere, hem yemek yemek hem de alışveriş yapmak mümkün. En alt katı market ve şarküteri, aynı zamanda yemek yenilebilecek bir iki yer var. Giriş katında Pret A Manger dışında baharat, cookie, tatlı, peynir, et gibi çok çeşitli yiyecek satan küçük büfeler var. Üst katlarda da kıyafetlerin yanı sıra mutfaktan banyoya ev ile ilgili birçok aksesuar bulunuyor. Bebekliler için bir ayrıntı vermek isterim; en üst katta yer alan lavaboların yanında alt değiştirmek ve emzirmek için gayet temiz ve geniş bir oda bulunuyor. Bize çok iyi denk geldi.
Gezmekten saatin nasıl 20.00 olduğunu anlamadık. Bugün yemek saatlerimiz de şaştı, marketten Uraz’a süt, meyvalı yoğurt, çilek, su, bisküvi…vs. alıp, otelimize döndük ve ailece sabaha kadar deliksiz uyuduk.
Sabah kahvaltıdan sonra Bilgebay’ları beklerken biraz dinlendik. Bugünkü programımız Şanzelize (Champs Elysee), Leon de Bruxelles’de midye yemek ve Montmartre’de Sacre Coeur (Kutsal Kalp) Bazilikası. 

Bilgebay’lar gelince yürüyerek (bu arada otelimizin yeri çok iyiydi, her yere yakın, kesinlikle tavsiye ederim; Madelein Bölgesi’nde Hotel De L’Arcade  - http://www.hotel-arcade.com/fr) Şanzelize’ye gittik.
Biraz dolandıktan sonra meşhur!!! midyeyi yemek için Leon’a oturduk. Ben daha önce Paris ve Brüksel’de yeme fırsatı bulamamıştım, diğerleri için değil ama benim için ilk deneyim olacaktı. Ekonomik kriz buraları da etkilemiş olacak ki, her zaman kuyruk olan Leon’un önü bomboştu, gerçi içerisi de çok dolu sayılmazdı. Gelmeden önce çocuklar için özellikle Mert için(midye ve balık alerjisi var) ne yiyecek? diye endişemiz vardı ama midye dışında, balık, tavuk ve et alternatifleri de bulunuyor. Uraz için balık, Mert için de tavuk sipariş ettik. Çok seveceğimi düşünmediğim için soslu sade midye yerine deniz mahsullü midye siparişimle çok da doğru bir karar vermişim. Tahmin ettiğim gibi midyeye bayılmadım, diğer deniz mahsulleri ile idare ettim.
Yemek sonrası Kıvanç ve Mert, gelmeden bilet aldıkları PSG – Montpellier maçına gittiler. Biz de kahve ve tatlı keyfi için çok sıra olan Laduree yerine St. Germain’deki sıcak çikolatası ve tatlıları ile ünlü Les Deux Magots’a gittik. Tatlılar 10 ila 15 Euro arasında değişiyor, TL’ye çevirince çok gereksiz pahalı olduğu doğru ama çevirince hiçbir şey yiyip içmemek lazım. Bu arada sıcak çikolata efsane…
Nasıl keyifli zaman geçtiyse, maç bitmiş Kıvanç’la Mert dönerlerken biz de anca kalktık, ressamlar tepesi olarak bilinen Montmartre’ye doğru yola koyulduk. Saat 18.00’de kapanması nedeniyle Sacre Coeur Bazilikası’na giremesek de fotoğraflarımızı çekip ve ressamların olduğu bölgede zaman geçirdik. Çok aç olmadığımız için şirin bir restoranda soğan çorbası içip, otelimize döndük.
Sabah erkenden otelimizin yakınındaki Pret A Manger’de kahvaltı ederek gezmelere başladık. İlk durak Notre Dame Kilisesi… Zamanlama olarak tam da pazar ayini saatine denk gelince izleme fırsatımız oldu.
2. durak Sen Nehri turu ama arada zamanımız olunca Luxemburg Bahçeleri’ni de aradan çıkartmış olduk. İnanılmaz keyifli ve huzurlu bir bahçe. Havuzun etrafına sıralanmış rahat ve konforlu sandalyelerde saatlerce oturup keyif yapabilirdik. İnsanların şehir içerisinde nefes alabilecekleri böylesine güzel ve huzurlu bir alternatifleri olması ne büyük şans. Aslında bizde de park bahçe yok değil ama gelgelelim gerek medeniyet seviyesi gerekse temizlik kurallarına uymadaki hassasiyetimizden dolayı bu alanlarda keyif yapmak, huzur bulmak ne mümkün!!!!

Sırada Sen Nehri turu var…. Biletlerimizi gelmeden internetten (http://www.bateauxparisiens.com/en/cruise-tours.html) aldığımız için hiç sıra beklemeden direkt tekneye geçtik, pek bir rahat oldu. Yaklaşık 1 saat süren, bir kıyıdan gidip diğer kıyıdan dönen tekne turu ile hem özet bir Paris turu yapmış oluyor, hem de meşhur Paris köprülerinin altından geçerek çok güzel fotoğraflar yakalama şansına sahip oluyorsunuz ama bu tur çok çok şart değil bence. Çok farklı şeyler ama tercih etmek gerekirse, bence Eyfel Kulesi turunu tercih edin.
Tekneden iner inmez ayaküstü meşhur Paris kreplerinden yiyip, hemen karşıda bulunan Eyfel Kulesi turuna geçtik. Paris’te tekne turu yapan birçok şirket var ve farklı farklı noktalardan kalkış yapıyorlar. Planınızda hem Sen Nehri turu hem de Eyfel Kulesi var ise, karşı karşıya olmaları nedeniyle bu turu seçmenizi öneririm.
Asansör
Diğer bir önerim de Eyfel Kulesi’ne çıkmak… 1997 yılında ailemle gittiğimde çıkmamıştık ama bu sefer yine önceden internetten (http://www.toureiffel.paris/en/) aldığımız biletlerle tam saatinde hiç sıra beklemeden en uç kısmına kadar çıktık. Uç kısma çıkış iki aşamalı, birincide pek fazla bir şey yok, zaten çıkacaksanız en uca kadar çıkın, bence harikaaa… Özellikle asansörde çıkarken cam kenarında yer bulabilirseniz o kadar yükseklikte dışarıdaki manzarayı görerek yukarı çıkmak ve aynı şekilde aşağıya inmek inanılmaz keyifliydi. Biletleri alınırken “çıkmamız çok da şart değil” şeklindeki ifademle Eyfel Kulesi’ne çıkmayı son derece gereksiz görmeme karşın inanılmaz keyif aldığımı itiraf etmeliyim.
Akşam yemeği öncesi bayağı bir vaktimiz olunca, Louvre Müzesi’nin önündeki meşhur cam piramittin en uç noktasını tutmaya çalışmak gibi pozlardan tabii ki eksik kalmadık. Sonra da Meltem’in büyük ısrarı ile hemen yakınında bulunan Angelina Pastanesi’nde Mont Blanc(kestaneli pasta) yedik. Pasta da pastane de çok meşhurmuş ama şiddetle öner-mi-yorum. Kapısında kuyruk beklerken sıkıldığın yetmezmiş gibi içerisi de son derece kasvetli ve karanlık bir mekan… Pasta mı? O da son derece sanal…
Ve artık iyice acıkan karınlarımızı doyurmak için Paris’in simgesi haline gelen, önünde dakikalarca kuyruk bekledikten sonra daha bir iştahlı yenilen ya da nadir de olsa “bunun için mi bu kadar bekledik” dedirten “Le Relais de l'Entrecote”un St.Germain’deki şubesine (meşhur Cafe de Flore’nin sokağında) gittik. Restoranın daha çok Şanzelize’deki şubesi bilinse de burası daha sakin olur diye saat 19.00’da açılan restorana saat 19.10 gibi gidince sadece 2 dakika bekledik. Sonrasında gerçekten kapıda uzun bir kuyruk oluşsa da, gerek arı gibi servis yapan güler yüzlü garson bayanlar sayesinde gerekse fix menü olunca tahmin edilenden daha kısa süren akşam yemeği nedeniyle sırada çok beklenmeyeceğini tahmin ediyorum. Tabii Şanzelize’deki şube önünde daha açılmadan metrelerce kuyruk başladığı için orası için aynı şeyi söylemek mümkün olmayabilir.
Peki, nedir bu etin pardon antrkotun bu kadar meşhur olmasının sebebi… Aslında et,  ince ince dilimlenmiş, yumuşacık bildiğimiz et, işin sırrı sosunda. Fesleğenin gayet kıvamında ayarlandığı lezzetli bir pesto sos ile sunulan eti pesto sos sevmiyorsanız sossuz isteme şansınız da var. Tercihinize göre az, orta ve çok pişmiş sunulan et soğumasın diye 2 seferde servis ediliyor. Yanında küçük hardallı bir salata ve bolca patates kızartması ile sunulan fix menü kişi başı 30 Euro civarında. İçecek ve tatlı sizin tercihinize bağlı ve tabii ki menüye dâhil değil. Ben şahsen çok beğendim, çok çok tavsiye ediyorum.
Son olarak, Eyfel Kulesi’de akşamları saat başı yapılan ışık gösterini izlemek üzere, Trocadero Meydanı'nda bulunan Palais de Chaillot'un önündeki seyir terasına  gittik.  5 dakika süren gösteriyi maalesef saat 21.10’da orda olunca kaçırdık. Eeee gelmişken görelim diye saat 22.00’yi bekledik ve resmen donduk. Uraz’ı pusetinde battaniyesi ile sarıp sarmaladık, şapka filan hazırlıklıydık ama maalesef üşütmesine engel olmadık. Gösteriye gelince gerçekten keyifli, gitmişken izleyin ama seyahatinizin mevsimine göre saati iyi ayarlayın. Yaz ya da daha sıcak bir dönem ise, mutlaka çimlerde piknik yaparak saat başını bekleyin.
Paris’teki son günü Bilgebay’lar Mert için Disneyland’a ayırmışlardı. Biz hem Uraz küçük anlamayacak hem de büyüyünce nasıl olsa isteyecek ve o zaman gideriz (ben 17 yaşında gitmiştim ve bayılmıştım, Uraz kesin çok daha küçük yaşta isteyecek) diye onlara katılmayarak ilk günkü gibi Paris’i kafamıza göre sokaklarda kaybolarak gezmeyi tercih ettik.
Ama her zaman her şey planlandığı gibi olmuyor maalesef. Gerek metrolardaki cereyana, gerekse dün akşam Eyfel Kulesi ışık gösterisini beklerken yediğimiz soğuk havaya Uraz kayıtsız kalamadı ve sabaha karşı ateşlendi. Biz daha önce ateşi hiç tecrübe etmediğimiz için yanımıza ateş ölçer almak maalesef aklımıza gelmemişti. Her ihtimale carpol ve fitil almıştım ama… Neyse ki Meltemlerde varmış, sabah çıkmadan bizim odaya bıraktılar. Bu da bizim için büyük bir tecrübe oldu, bundan sonra ateş ölçersiz asla…
Genelde 38.2 üzerine çıkmayan ateş, şurupla düşen bir seyir izledi. Sabah bir süre odada vakit geçirdikten sonra çıktık. Bir şeyler yemek için Pret A Manger’e gittik ama doğal olarak Uraz’ın iştahı da çok yoktu. Şansa hava güzeldi de “ya üşürse” endişesi olmadan pusetine koyup rahatlıkla dolaştık.
Boulevard De La Madeleine’de “Due De Seze” sokağında “La Chaise Longue”(Starbucks yanı) adında çok şirin, hobilere yönelik ama değişik ürünler satan bir mağaza var. Eğer yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. “Sen alacak bir şey buldu mu ki bize tavsiye ediyorsun?” derseniz; çok sevimli, takım ama birbirinden farklı 6’lı kahvaltı tabakları aldım. 
Grands Boulevards’da (Opera Bölgesi’nin alt tarafına denk geliyor, ev dekorasyonu için tavsiye ettiğim Maison du Monde civarında) “Village Joue Club” diye bir oyuncak pasajı (evet evet dükkân değil pasaj) var ki, inanılmaz bir yer. Değil Uraz, biz bile kendimizi kaybettik. Pasaj içinde hepsi aynı markaya bağlı puzzle, lego, scooter, hamur, boyama, meslek oyuncakları gibi birbirinden farklı ürünler satan 11 adet dükkân bir arada. Pasajı toplayıp gelmeyi çook isterdim ama mümkün olmadığı için, bizimki suyu biraz fazlaca sevdiği için 2 tane farklı banyo oyuncağı ve biraz daha büyüyünce oynaması için tahtadan puzzle aldık. Mutlaka am mutlaka gidin, bir şey almasanız bile görün derim.   
Bir de Paris’te sık sık karşınıza çıkan “pharmacy” mağazalarına mutlaka uğrayın. Buralarda ilaç ürünlerin çok az bir kısmını kapsıyor. Kremden diş macununa, güneş yağından parfüme kadar inanılmaz çeşitte kozmetik ürünler bulunuyor. Hepsi de bilinmiş markalar ve bize göre çok daha uygun fiyatlı. Bir de “2 al 1 öde” gibi setlerle çok daha ucuza geliyor. Örnek vermem gerekirse, Türkiye’de tanesi 59 TL olan Mustela şampuanın 2 tanesini 11 Euro yani yaklaşık 44 TL’ye aldım ki, ben Türkiye’de internetten 2 tanesini en az 90 TL’ye alabiliyorum. Hala ne duruyorsunuz, haydi pharmacy’lere hucümmmm….
Akşam yemeği öncesi otelde biraz dinlenip, Bilgebay’larla buluştuk ve Chipotle’ye yemeğe gittik. Fast food tarzında, Paris’te birçok şubesi bulunan ve bizim severek yediğimiz bir Meksika restoranı. Fiyatlar uygun ve lezzetli, eğer Meksika yemeği(taco, quesadillas, burrito.. gibi)  seviyorsanız mutlaka deneyin.
Sonrasında da bir kafede çay-kahve tatlı keyfi yapıp, Paris seyahatimizi tamamladık ve otelimize döndük. Yarın sabah “yolcudur abbas bağlasan durmaz”.
Sabah saat 5.00’te lobide buluşup havalimanına gitmek üzere anlaştık. Biz Amsterdam’a onlar Barselona’ya…
Nitekim gece ateş ölçerde 39.9’u görünce biz direkt Amsterdam’ı iptal edip, sabah ilk uçakla İstanbul’a dönmeye karar verdik. Uraz’ın ilk ateşlenmesi, bir de şurupla düşmesine karşın artarak devam etmesi bizi çok korkuttu. Amsterdam’da hava Paris’ten de soğuk ve yağmurlu gösteriyor, dolayısıyla orada daha da kötü olabilir, iştahı da çok yok, çocuğum için en iyisi dönmekti. Sonuçta Amsterdam yerinde duruyor, yine gideriz diyerek sabah ilk uçakla İstanbul’a döndük.
Doktoru ile konuştum, “Carpol ile İbufen’i 4 saat arayla dönüşümlü verin, burun tıkanıklığı için de sprey kullanın, eğer ateş yine o kadar yükselirse yarın görmem gerekir” dedi. Şükürler olsun ki ateş azalan bir seyirle, doktora gitmeye gerek kalmadan 2 günde bitti, çocuğumun iştahı ve neşesi yerine geldi.
Bu seyahatten aldığımız 2 ders… Demek ki neymiş;
-          Boşuna evdeki hesap çarşıya uymuyor dememişler, her şeye hazırlıklı olmak gerekirmiş,
-          Yanına ateş ölçer, ateş düşürücü gibi olmazsa olmazları almadan çocukla seyahate çıkmayacakmışsın,
Bu arada;
-          İstanbul’a döner dönmez ilk işimiz gidip ateş ölçer almak olduJ (ateş ölçerimiz vardı ama anam babam usulü… Dediğim gibi çok şükür bu zamana kadar(Uraz 19 aylıktı) ihtiyacımız olmamıştı ama “Braun IRT 6520 kulaktan ateş ölçer” artık Uraz’ın odasında başköşede, umarım eskitemeyiz…)
-          Paris’te Amsterdam’ı iptal etmeye karar verdiğimizde gece otele mail atıp, durumu bildirdik ve iade ihtimalini sorduk. Otel bir geceyi kesip, iki geceyi iade edebileceklerini bildirdi. Biz tamamen gözden çıkardığımız için, iade bize bonus oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder