Hayaller İtalya, gerçekler Antep,
Urfa…….
Karnım artık iyiden iyiye büyümeye başladığı dönemde(5.ay)
bu plansız seyahat bize piyangodan çıktı aslında…
Shengen vizem bitmişti, bir
seyahat planımız yoktu ama bulunsun diye Nisan ayı için “bir tarih”(buna dikkat,
yazımın ilerleyen kısımlarında beni çok iyi anlayacaksınız) verip İtalya’dan
yeni bir vize başvurusu yaptım. Başvuru sırasında, başvurumu alan görevli,
“daha önceki İtalya vizenizle İtalya’ya giriş yapmamışsınız” dedi, “evet bu
sefer yapacağım” dedim. Heyecanlı bekleyiş başladı. Şöyle biraz uzun verseler
de, bu halde bir daha uğraşmasam vize işlemleri ile ne iyi olurdu.
Tam da vizemin çıkacağı
tarihlerde eşimin boş günü olması nedeniyle 2-3 günlük bir kaçamak yapmaya
karar verdik, İtalya olacağı kesin ama şehri belirlememiştik.
“Pasaportunuz gönderilmiştir” mesajı
geldiği günün ertesinde valizimiz arabada hazır vaziyette vizeyi almak için
Harbiye’ye gittik. Plan; pasaportu alıp doğru havalimanına gitmek ve ver elini
İtalya…
Vize merkezi açılır açılmaz,
içeri ilk girenlerden biri olarak pasaportumu teslim aldım ve heyecanla ne
kadarlık vize verdiklerine baktım. ŞOK!!! 1 aylık vermişlerdi. “Geçen sefer
İtalya girişi yapmadığım için bu şekilde verdiler, ama bugün nasıl olsa giriş
yapacağım, bir daha başvururum bu sefer kesin uzun verirler” filan diye kendi
kendimi avuturken asıl büyük ŞOKU yaşadım. Tarih…
Vizenin başladığı tarih benim onlara vize başvurusunda yazdığım “bir tarihti”
ve bugünkü tarihten tam 2 hafta sonrasıydı. Yani bugün halen vizem yoktu.
Eşim arabada bekliyordu beni.
Arabaya bindim, bende ses yok. “Ne kadar vermişler canım?” ses yok…. “Selinnn
ne kadar vermişler hayatım?” ses yok…. “Noldu?” Vizem yok benim, bugün
gidemeyiz!!!”…
Tabii eşim anlamadı önce
olanları, anlayınca da gözlerinden yaş gelinceye kadar güldü halimeL
Zerre kadar aklıma gelmemişti bu
ihtimal, bana iyi bir tecrübe oldu. Vizeyi planlı bir seyahat için değil de
bulunsun diye aldığım için açıkçası tarih konusuna hiç takılmamıştım.
Sonuç ne mi oldu? Valiz arabada,
işyerimden iznimi almışım, eşimin boş günü var, bu şartlarda elbette eve
dönmedik. Havalimanı tarafına geçerken vizesiz gidilebilecek yerleri konuştuk.
Moskova vardı ama 2-3 gün için uzak ve yorucu olacaktı. Beyrut’a çok tekin
olmaması nedeniyle hazırlıksız(otel, şehir, gezilecek yerler vs.) gitmeyi eşim
uygun bulmadı derken yurtiçinde bir yerlere gidelim dedik. Sürpriz bir şekilde
uzun zamandır görmek istediğimiz Şanlıurfa ve Gaziantep’e gitmeye karar verdik.
Eşim uçak saatlerine baktı, 1
saat sonra Antep’e uçak vardı. Biz de zaten Havalimanı’na gelmiştik bile.
Koşturmacadan kendimize geldiğimizde bilet işimizi halletmiş uçağa doğru
gidiyorduk. Birbirimize bakıp bakıp halimize gülüyorduk. İtalya yansın haline;
biz Como Göl’ü derken Balıklı Göl’ü, pizza derken lahmacunu tercih etmiştik.
Uçaktan indikten sonra hemen havalimanı
önünden kalkan Havaş’la şehre geçerken eşimin şirketinin anlaşmalı otelinden
yerimizi ayırttık. Ailelerimizi
telefonla arayarak durumu anlattık. Tabii onlar da çok şaşırdılar.
Otele yerleşip biraz dinlendikten
sonra iyice acıkan karnımızı doyurmak ve kebap ziyafeti yapmak üzere hemen
otelin arkasındaki Mehmet Usta’ya gittik. Hamile olduğum için filan değil yani,
ben gerçekten bu kadar başarılı lahmacun ve küşleme yemedim. Domates ve
yeşilliklerle yaptıkları salatalarını ricamla benim için sadece domatesli
yaptılar.(Hamilelik döneminde restoranlarda menüde yiyecek şey bulamadığımda
anladım ki; meğer ben dışarıda hep salata yermişim, çok zorlanmıştım. Ama evde
bol bol sirkede bekletilmiş yeşilliklerimi yedim afiyetle)
Mevcut şişkinliğime ek
yediklerimden sonra resmen nefes alamıyordum. Gerçekten de denildiği kadar
lezzetliydi masadaki her şey.
Şansımıza hava da çok iyiydi ve
yürüyerek şehir merkezine doğru ilerledik, hem de biraz hareket etmiş olduk.
İlk durağımız 3 farklı kapıdan girişi olan Zincirli Bedesten’di. Çarşı içerisinde
baharattan bakıra, ahşap süs eşyasından çantaya, yemenilere
kadar çok çeşitli hediyelik eşyalar var. (Meşhur İmam Çağdaş’ta hemen
çarşının karşısında ama biz oraya gitmedik. Hem karnımız çok toktu hem de daha
önce Antep seyahatinde annemle babam gitmişlerdi, gerek yemek gerekse servis
konusunda çok memnun kalmadılar ve ticari bulduklarını belirtmişlerdi. Biz de
bu yorumlardan etkilendik sanırım)
Zincirli Bedesten’in çıktığımız
kapısının hemen yanında el yapımı çok şık renkli cam şişeler, hediyelikler
satan bir mağaza var, ben tabii ki soluğu içeride aldım. İçeride o kadar çok çeşit var ki; rengarenk
ve değişik şekillerde incecik camdan yapılmış şişeler, kolonyalıklar,
lokumluklar, ayna tepsiler vs….yani tam benlik. Kendime ayna tepsi üzerine
minik renkli şişelerden güzel bir kombin yaptım.(Geçen sene temizlik esnasında hepsi
kırıldı, sadece bir tane numune kaldıL)
Fiyatlar İstanbul’a göre gayet uygun.
Mağazadan çıktığımızda hemen sağ
tarafımızda kalan Bakırcılar Çarşısı da çok keyifli ve hareketli. Bakır döven
amcaları izlerken bir yandan da mağazalardan dışarılara taşmış olan model model
ve pırıl pırıl kahve fincanları, çay setleri, çaydanlıklar ve birçok süs eşyası
insanın gözlerini alıyor. (Çarşıdan elim boş çıktığını düşünmüyorsunuz herhalde
ama inanın son derece makul fiyatlarda biri işlemeli biri dövme 2 adet farklı
kahve fincanı aldım. Adet adet, öyle set filan değil çünkü ben kahve
sunumlarımda değişik fincanlar kullanmayı tercih ediyorum.)
Bu yorgunluğa bir kahve
iyi gider dedik, soluğu hemen meydandaki Antep'in 500 yıllık meşhur Tahmis Kahvesi’nde aldık. Türk kahvesi
beni gerçekten dinlendiriyor, net. (Hamilelik dönemimde minimuma indirdim, 1-2
yudum alıp bırakıyordum)
Saat 20.00 filandı ama tüm gün “plansız”
bir koşturmaca içince olunca yorgun düştük. Otele gitmek üzere taksiye binmeden
önce hazır dört bir yanımızda baklavacılar da varken, bu güzel günü 1’er adet
baklava ile taçlandırmayalım mı yani? Çelebioğulları’nda yediğimiz 1’er dilim
baklava(çok çok beğenmedik ama arkadaşlarımız çok methetmişti, bu baklava da damak
zevki işte) sonrası gerçekten son derece doygun bir şekilde otele gidip,
yuvarlanıp yattık.
Gaziantep’te katmer genelde
sabahları yeniliyor, hemen her otelin açık büfesinde de bulunuyor. Biz de
bulunduğumuz yöreye uyduk ve sabah erkenden soluğu “Katmerci Zekeriya Usta”da
aldık. Çarşı içerisinde arada bir yer ama kime sorsanız tarif ediyor. Sabah
erkenden açılıyor ve en geç 14:00-15:00 gibi katmer bitiyor. Katmer yanında çay
ya da süt servis ediliyor. Erken saat olmasına rağmen sıra vardı. Zekeriya Usta
misafirleriyle birebir ilgileniyor, sipariş alıyor, servis yapıyor, muhabbet
ediyor. Küçük dükkânının önüne koyduğu 7-8 masa ve taburelerle ama özellikle güler
yüzüyle işi gayet iyi tutturmuş, bol kazanç dileriz. Bu arada 2 kişiyseniz önce
1 tane söyleyin yiyebilirseniz 2.’yi söyleyin, porsiyonlar gayet büyük. (Bu
arada Zekeriya Usta, İstanbul’da Anadolu yakasındaki Watergarden’da Nostalji
Sokağı’nda yer açtı, Antep’e kadar gitmeye gerek kalmadı)
Merkezde bulunan “Tarihi Almacı
Pazarı”nda envaı çeşit kırmızı pul biber, isot, salça, nar ekşisi, sumak
ekşisi(kısırlarda kullanıyorlarmış), birçok kuruyemiş, dolmalık kuru kabak,
patlıcan, biber, lokum ve tabii ki cins cins farklı fiyatlara ayrılan meşhur antepfıstığı
insana rengârenk görsel şölen sunuyor. Burası içinde bir tüyo vermem gerekiyor;
iyi kalitedeki pul biber, isot, salça ve antepfıstığı gibi bazı özellikli
ürünler genelde dükkânların iç kısımlarında ayrı bir yerde bulunuyor ve
“iyisini istiyorum” dediğinizde içeri buyur edip ikram ediyorlar. Fiyatları
biraz daha yüksek ama farklı renginden kokusundan bile anlaşılıyor.
Çarşı alışverişimizden sonra
meşhur esnaf lokantası “Metanet”e gidiyoruz. Burası özellikle “beyran çorbası” ile ünlü
ancak çorba da yine çok erken saatlerde tükeniyor ve öğlene kalmıyor. Biz de
kebabı Halil Usta’da yemeyi planladığımız için burada lahmacun yemeyi tercih
ediyoruz ve kesinlikle çok doğru bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Nitekim
etraftaki masaların birçoğu da genelde lahmacun yiyor. Bu arada, Antep’te
yediğim lahmacunların İstanbul’daki lahmacunlarla uzaktan yakından bir ilgisi
bulunmuyor. Bu lahmacunsa bizim İstanbul’da yediklerimiz ne acaba?
Bugün ki planımız Şanlıurfa’ya
geçmek. Merkezden bir araba kiraladık, yol üzerinde ünlü Mozaik Müzesi’ne
uğradık. Biliyorsunuz ben müze filan tarihi yerleri gezmeyi çok sevmiyorum ama
eşim sağ olsun benim bu açığımı kapatıyor(tencere kapak). Müzeden keyif aldım mı?
Aldım, oraya kadar gitmişken görülmesi gerekiyor mu? Evet. Gerekeni yaptık mı?
Yaptık… Ama itiraf etmem gerekiyor ki, müze içerisindeki bölümlerde tabii ki
benim turlarım eşime göre çok daha çabuk bitti.
Müze sonrası yine yemek… Bu sefer
Mehmet Usta’nın abisi Halil Usta’nın Karşıkaya semtindeki (müzeye yakın)
yerindeyiz. Mehmet Usta’da olduğu gibi burada da kebaplar bakır ve çukur
kaplarda servis ediyor. Halil Usta’nın yetiştirdiği ustalar ateş başında
lezzetli etleri pişirirken, Halil Usta da beyaz önlüğü ile dükkânda kasanın
başında gelenleri karşılıyor, gidenleri uğurluyor. Buranın şehir içindeki
Mehmet Usta’ya göre daha meşhur ve kalabalık olmasının sebebi; hem daha eski
olması hem de Antep gezisi yapan turların yemek için misafirlerini buraya
getirmeleri. Ama bence lezzet olarak ikisi de harika. (Bu arada iki kardeş
görüşmüyormuş gibi bir duyum aldık ama umarız öyle değildir)
Karnımız da gözümüz de tok
Antep’ten ayrılıyoruz, ver elini Urfa…
Yolda giderken akşam için sıra
gecesi programımızı yapıyoruz ve çok methini duyduğumuz, Urfa’nın bir numaralı
sıra gececisi Gülizar’da yerimizi ayırtıyoruz. Babamın tavsiyesi üzerine
otelimizi de dün Antep’teyken ayarlamıştık, Balıklı Göl’ün hemen karşısında
otantik bir binaya sahip olan “El Ruha Hotel”.
Akşamüstü otele varır varmaz 1-2
saat dinleniyoruz. Saat 20:00 gibi sıra gecesine gidiyoruz. Günler öncesinden
bile yer bulma ihtimali az olan Gülizar’da şansımıza bize en önden yer
vermişler.(Uraz’ımın şansı) Gittiğimizde biraz sakindi belki de ondan denk
geldi bilmiyorum ama iyi oldu. Bir süre sonra kalabalıklaştı ve program
başladı. Fix menü olarak servis edilen yemekler maalesef çok vasat ve buz
gibiydi. Ben bir de hamilelikten dolayı ekstra dikkat ettiğim için, tüm gece
masadaki pideyi tırtıkladım.
Sahnede saatlerce halaylar
çekilip, türküler söylendi. Gecenin sonlarına doğru çiğ köfte şöleni yapıldı.
Ortaya serdikleri örtü üzerinde usta biraz da şov hallerinde çiğ köfteyi
yoğurdu, misafirlere ikram edildi.
Burada dikkatimizi çeken önemli
bir ayrıntı; yan sedirde oturan abinin masanın altına silahını koyup sahnede
saatlerce halay çekmedi oldu. Sonradan anladık ki, silah taşımak Urfa’da gayet
sıradan bir durum. Sıra gecesi çıkışında sokakların ürkütücü sessizliği de bizi
tedirgin etmedi değil. Genel olarak Antep’ten sonra Urfa bize biraz güvensiz
geldi.
Sabah kahvaltıdan sonra hemen
otelin karşısındaki Balıklı Göl’e gittik. Gölün etrafında balıklara filan bakıp
gezinirken yanımıza yaklaşan küçük bir çocuk, istersek bilgi verebileceğini
söyledi. Biz de "isteriz tabii" dedik ve başladı Balıklı Göl’ün hikâyesini
anlatmaya;
Balıklı Göl’den sonra usta oyuncu
Şener Şen’in “Eşkıya” filminin çekildiği pasaj dâhil olmak üzere bize kısa bir
Urfa çarşı turu yaptırdı. Son derece içten, saf ve temiz Urfalı çocuk İbrahim
gerek bilgisi gerekse konuşmalarıyla bizi kendine hayran bıraktı. Yol üzerinde
karşılaştığımız amcaoğlu da gelen yerli turistlere rehberlik yapıyormuş. Hafta
içi okula gidip hafta sonları harçlıklarını çıkarmak için çalışan ve son derece saygılı olan bu çocukları takdir
etmemek gerçekten mümkün değil. Keyifli gezi turu için biz de kendisine harçlık
verip, teşekkür ettik. İbrahim’i aklımıza geldikçe hala anarız ve inşallah bir
daha gitmek nasip olursa yine görmeyi çok isteriz.
Urfa’da yemeği şehir içerisinde
değil de, Antepli komşularımızın babama, babamın da bize tavsiyesi ettiği Şanlıurfa-Gaziantep
yolu üzerinde bulunan Birecik İlçesi’nde yedik. Bu ilçede meşhur olan sebzeli
“haşhaş kebabı”(içinde haşhaş yok adı böyle) özellikle Cevdet Usta’nın Yeri’nde
yenilmeli. Satırla kesilerek kıyma haline getirilen etin içerisine
kırmızı-yeşil biber ve maydanoz konularak hazırlanıyor, enfes….
Kebabın tadı damağımızda artık dönme
zamanı geldi. Arabayı Urfa’da havalimanına teslim edip evimize döndük.