LOVE

LOVE

5 Aralık 2015 Cumartesi


Lohusalık Döneminde Eş Desteği de Bir Yere Kadar…..
Ekim 2015

Bu konu gerçekten çok önemliymiş. Hele ki benim gibi maalesef annelerden destek alamıyorsanız.
Giriş yazımda da bahsettiğim gibi, bu süreçte bana eşimin çok desteği oldu; gerek bebek bakımında, gerek ev işlerinde, gerekse moral verme aşamasında.
“Lohusalık” zamanında en çok ihtiyacımız olan şeylerden biri de, sanırım eş tarafından hala beğenilebilir olmak. Gerek hamilelik döneminde aldığımız kilolara gerekse doğum sonrasında atılamayan ödeme rağmen isteriz ki eşimiz bizi manken gibi görsün, her giydiğimizi yakıştırsın.(önce sen bir bak aynaya, sen yakıştırıyor musun ki, o yakıştırsın). Elbette ki kilolar verilecek, vücuttan ödem atılacak ama biz, artık doğum yaptığımızı göre her şey bir anda normale dönsün isteriz.  Kolay mıdır ki 9 aylık birikimin hemencecik gitmesi? Sabır ve gayret anneler, hepsi de gidiyor gerçekten. (Yalnız dikkat edilmesi gereken bir husus var ki; benim başıma geldi maalesef; eğer sezaryen doğum yaptıysanız mutlaka ama mutlaka ilk zamanlar karın toplayıcı bir korse giyin. Beni bu konu uyaran olmadı, ben de giymedim ve en zor giden gerçekten de sezaryen göbeğiymiş)
Bebekle yeni bir yaşama başlamak hele ki ilk zamanlar çok da kolay değil: Bebeğin dünyaya alışması, annenin sürekli kendisine muhtaç bebeğine alışması, bebeğin uyku düzeninin olmayışının annenin uyku düzenini bozması, annenin evin mevcut düzenini devam ettirmeye çalışması ama hiçbir şeye yetişememesi, doğum sonrası vücutta devam eden (sanki hala doğum yapmamışsın gibi) şişlik nedeniyle eski kıyafetlere sığamama ve sürekli eşortman ve tayt giyen annenin aynadaki görüntüsüne tepkisiz kalamayışının ucunun illaki babaya dokunduğu bir süreç. Dedim ya hiç de kolay değil. İşte bu sebeplerden bu süreçte eşin desteği çok önemli.
Tamam kabul ediyorum, benim eşim zaten bunu severek ve isteyerek yaptı (bilen bilir yapma desem de zaten yapacaktı!!!!). Ben bir yandan evin düzeni bozulmasın, her şey yerli yerinde olsun, arada şekerleme yapabileyim ki sütüm azalmasın, aynı zamanda bebeğimin konforu iyi olsun, sağarak süt verdiğim biberonları sterilize olsun filan diye her şey 4*4’lük devam etsin şeklinde ortalıkta dolanırken eşim sağ olsun son derece fedakar davrandı, bir çok şeyi (emzirme dışında) benim yerime yaptı. Eminim ki birçok eş de yapmıştır ve yapacaktır.
Ama unutmamamız ve kabul etmemiz gerekiyor ki, ne olursa olsun erkekler ve yaradılışları gereği bir yere kadar yapabilirler. Aile düzeni ve huzuru için yardımcı şart,  şansımızı çok da zorlamamak gerek J Benim sizlere naçizane tavsiyem eğer annelerden destek alamayacaksanız bebek doğmadan bir yardımcı edinmek. Bebek doğmadan diyorum çünkü evin ve sizin düzeninize alışması zaman alıyor, bir de memnun kalmayıp değiştirme ihtimalline karşın erken önlem almakta fayda var.
Ben neden önceden almadım?; biraz da eşimin mesleğimden ve gün içerisinde evde olma ihtimalinden dolayı nasıl bir düzen olacağını deneyip görmek istedim. Ama dediğim gibi eşim bana her konuda son derece yardımcı olsa da, bir yerden sonra yardımcı almak şart oldu.
Oğlum 5,5 aylıkken işe başladım. Ailemize katılan Azize ilk 4 ay Uraz’dan çok evin ve bizim düzenimize alışmaya çalıştı. Ben de bu süreçte evde olduğum için çok zorlanmadı. 4 ayın sonunda Uraz’la ilgili her şeyi ona anlattım, gösterdim, birlikte yaptık. Son 1 ay ise tamamen Azize’ye bıraktım. Bu dönem de kolay değil ama herkes bir şekilde düzene alışıyor, sabır ve süreklilik şart.

Gözünüzden bile sakındığınız evladınızı başka birine teslim etmek hiç kolay olmuyor. Umarım hepimizin karşınıza iyi insanlar çıkar. Azize'nin oğlum üzerinde hakkı çok, bu vesileyle ona da çok teşekkür ederim.

Sevgiyle kalın...
Selin

 

30 Ekim 2015 Cuma

Uçtu Uçtu URAZ Uçtu....

 

Santiago de Compostela – İSPANYA

Ekim 2015


Her doğum sonrası “40 günlük” bir lohusalık muhabbeti vardır ya, bizde çok sıkıntılı olmamakla birlikte kolay da geçmedi. Bu süreçte her iki annenin de rahatsız olması nedeniyle, tek ve en büyük destekçim sevgili eşimdi. Allah razı olsun, bana çok yardımcı oldu. (Bu süreci "Lohusalık Döneminde Eş Desteği de Bir Yere Kadar...”  başlıklı yazımda bulabilirsiniz.)
Bu meşhur lohusalık dönemimin sonlarına doğru eşimin Ekim ayı programı açıklandı. Programda 2 gecelik bir Santiago de Compostela-İspanya yatısı vardı. O zamana 40 gün yeni bitmiş olacak ve heyyyy öz-gür-lükkk….

Bu 40 günde ne oluyorsa işte gerçekten tam da böyle hissediyor insan. Programı görür görmek eşime “bizde seninle 40 uçurmaya İspanya'ya geliyoruz” dedim. Tabii ki başta bu fikri dikkate almamasına karşın sonradan ona da mantıklı geldi. O aradaki ilk doktor kontrolümüzde ben konuyu doktorumuzla paylaştım ve fikrini aldım. Tabii ki “kesinlikle gidebilirsiniz, Amerika’da doğanlar 10 günlükken geliyorlar, hiçbir sakıncası yok” dedi ve ben ertesi gün pasaport randevusu aldım.
Her şeyden önemlisi, Uraz’ın ilk uçak seyahati babasının uçurduğu uçakla olacak olmasıydı. Uraz bunu anlamasa da babamız bir hayli heyecanlandı ve gururlandı tabii ki.
Vizemizi de aldıktan sonra artık yolculuğa hazırdık. Bilboa aktarması olması nedeniyle yolumuz 5 saat civarında sürecekti. Rahat görünsem de; iniş ve kalkışlarda (kulaklarının tıkanmaması için bebeklerin emzirilmesi gerekir) uyur ve emmezse! ya bezini doldurursa!(bu arada ben çok çok mecbur kalmadıkça asla uçakta lavaboya gitmem, buna Amerika, Japonya yolculuğu dahil, bu kadar netim!) koltukta değiştirecek halim de yok, ya da çok ağlarsa yanımda eşim de yok, nasıl susturacağım 40 günlük! çocuğu? gibi gibi endişelerim elbette yok değildi.
Ama şimdi geriye baktığımda çok iyi anlıyorum ki, en kolay uçak seyahatleri emzirme döneminde olanlarmış, canmış o seyahatler can.
Çok şükür ki, hiç korktuğum gibi olmadı ve çok rahat bir seyahat geçirdik. Zaten 40 günlük olması nedeniyle Uraz'ım genelde uyudu, uyandığı zamanlarda da emdi ve geri uyudu.
Santiago de Compostela soğuk ve çok yağmurlu (Atlantik'ten gelen güçlü rüzgarlar ve onu çevreleyen dağlar ile Avrupa'nın en çok yağış alan yerlerinden biri) olmasına karşın bizi yıldırmadı. Uraz’a aldığımız kışlık tulumu giydirdik, battaniyesini örttük, pusetinin üzerine de yağmurluğunu geçirdik ve sokak sokak gezdik. Ve tabii genelde yine uyudu, mızmızlanıp ağladığı zamanlarda da bir kafeye filan oturup emzirdim, biz de bahaneyle birer kahve içip nefeslendik.

Santiago’da deniz ürünlerine doyduk. En meşhuru da “Pulpo” yani ahtapot. Kaynar suda haşlanan ahtapotlar makasla kesilerek kütük şeklindeki sunum tabaklarında servis ediliyor. Üzerine kırmızı pul biber ve zeytinyağı gezdirilerek sunulan pamuk gibi yumuşak ahtapotlardan yemeden gelinmemeli. Bu arada ahtapot yapılan yerlere de “Pulperia” deniliyor ama hemen hemen birçok restoranda yapılıyor.

   
Kilise’nin de olduğu “old town” denilen Arnavut kaldırımlı eski şehir kısmında ara sokaklarda bir çok tarihi bina ve restoran var hemen hemen hepsi de deniz mahsulleri yapıyor. İspanya’nın meşhur Paella’sı tabii ki burada da çok yaygın. Özellikle ıstakozlu ve deniz mahsullü paella gerçekten efsaneydi. Önceki gün yediğimiz yengeçin de hatırı sayılırdı hani…(Bu arada yengeç ve ıstakoz tabii ki kırma aletleri ile servis ediliyor)
Sonuç olarak eğer ki deniz mahsullerini seviyorsanız, burada aç kalmak bir yana kendinize harika ziyafetler çekebilir, yeni lezzetler deneyimleyebilirsiniz.
Santiago’nun yeni şehir denilen kısmında ise modern (daha doğrusu tarihi olmayan) binalar ve mağazalar var. Adım başı karşınıza çıkan Zara grubunun mağazalarından birinden diğerine mekik dokuyabilirsiniz. Hep Zara diyorum ama Mango’nun da hatırı sayılır. (Fiyatlar ve ürünler Türkiye ile aynı)
Gece hayatı hakkında inanın hiçbir fikrim yok. Keza 43 günlük bebekle bu yağmurlarda gündüzleri hiç durmadan gezmek bile gerçekten bizim için başarılıydı. 
Akşamları ise hem yemek yemek hem de vakit geçirmek için otelinin yakınındaki "Centro Comercial As Cancelas" alışveriş merkezine gidiyorduk. Aslında yürünebilecek mesafede ancak hem havanın yağmurlu olması hem de karanlıkta bebekle yollarda dolanmamak için biz teksiyi tercih ettik. Hemen otelin önünden kalkan taksilerle çok cüz'i bir rakama (3-4 Euro) gidilebiliyor.

A Coruña
Santiago küçük bir yer ve bir günde bitti, dolayısıyla ertesi gün (buraya kadar gelmişken görelim diye) Zara'nın merkezinin bulunduğu A Coruña'ya gittik. Trenle yarım saat bile sürmüyor. A Coruña, Santiago'ya göre daha sakin bir şehir olmasına karşın deniz kenarında olması nedeniyle bahar ve yaz aylarında çok daha hareketli ve keyifli olabileceğini düşünüyorum. Burada da Zara grubunun tüm mağazalarını adım başı görmek mümkün.





Bu kadar Zara demişken biraz da alışveriş konusuna değinelim. Daha önce de belirttiğim gibi Zara grubu ve Mango'da fiyatlar ve ürünler Türkiye ile aynı, dolayısıyla taşımaya değmez. Benim bahsetmek istediğim Primark....

Bizim Primark ile yıldızımızın barışması burada oldu. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi İngiltere’de girmemizle çıkmamız bir olmuştu. Burada ya mağazanın biraz olsun sakin oluşu ya da zamanımızın çok olmasından mıdır nedir bilmiyoruz biz de alacak şeyler bulduk. Özellikle Gökçe’ye 3’er Euro’ya aldığımız t-shirtler gerçekten çok kaliteli ve güzeldi. Yani elbette evladiyelik değil ama sonuçta 300 TL verdiğimiz t-shirtleri de bir ömür giymiyoruz. Ev içinde, havuza-denize giderken mayo üzerine günlük giymek için son derece ideal.
Sayılı gün çabuk geçer, bu da öle oldu işte. Aslında çok yeterli ve keyifli oldu. Hem doğum sonrası bir nefes aldık, hem de gidilecekler listesinde ilk sıralarda olmayan bir yeri bu bahaneyle görmüş olduk. Ama her şeyden önemlisi Uraz’ım babasının uçağında ilk uçuşunu deneyimledi, 3’ümüz için de güzel bir tecrübe oldu. Bu açıdan Santiago de Compostela seyahati bizim için hep çok özel kalacak.
 
Santiago de Compostela'nın tarihi....
 
Santiago de Compostela İspanya'nın özerk bölgelerinden biri olan Galiçya'nın başkentidir. 1997 yılına kadar Galiçya Bölgesi’nin merkezi olan kuzeybatıdaki A Coruña’ya bağlıdır.
 
1985’ten itibaren UNESCO Dünya Mirasları Listesi’nde yer alan Santiago de Compostela 2000 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Meşhur Santiago de Compostela Katedrali ortaçağ hac yolu olan Camino de Santiago'nun sona erdiği yerdir ve bu yol halen yürünmeye devam edilmektedir(Fotoğrafta yanımda bulunan turist hac elinde bastonu ve sırtında çantası ile hac yolunu yürümektedir). Santiago de Compostela katolik hristiyanlar için Roma ve Kudüs’ten sonra üçüncü kutsal şehirdir.
 
Şehrin hikâyesine göre, Hristiyanlığı Avrupa'ya getiren Büyük Yakup (St. James), M.S. 813'te Kudüs'te idam edildikten sonra naaşı bir gemiyle buraya getirilir ve yüzyıllar boyunca unutulur.  1879’da bir çobana görünen parlak yıldızın mezarın yerini tarif etmesiyle Kardinal Teodomiro, İspanya’nın baş azizi Büyük Yakup’un mezarının bulunduğunu açıklar, üzerinde küçük bir kilise inşa edilir ve şehir zamanla onun etrafında gelişir(Bu konuda birçok farklı efsane bulunmaktadır). Bu kilise günümüzde halen mevcut olamasa da Büyük Yakup’un kemiklerinin şimdiki görkemli katedralin altında olduğuna inanılmaktadır.



 
Katedralin ünlü cephesi İspanyol euro bozuk paralarından 1 cent, 2 cent ve 5 cent'in önyüzüne işlenmiştir. Santiago adını İspanya'nın dört askeri birliğinin birine vermiştir: Compostela, Calatrava, Alcantara ve Montesa.
Girişi ücretsiz olan Katedral ziyareti eğer pazar gününe denk gelirse, büyük bir ayin, hatta Avrupa'nın en büyük kilise tütsüsünün yakılması izlenebilir.
Midye kabuğu ise şehrin ana teması. Bir inanışa göre St. James (Hz.İsa’nın 12 Havarisinden biri) bir saldırıyı elbisesine takılı midye kabuğu sayesinde atlatır,  başka bir inanışa göre ise, yolda gemi fırtınaya yakalanınca St.James’in naaşı denize düşer ancak her yerini kaplamış olan midye kabukları sayesinde hiç zarar görmemiştir.


 

 

 

 

 
Şehrin tarihi merkezi olan Praza do Obradoiro Meydanı adını altın atölyelerinden alıyor. Katedral bulunduğu meydanın karşısında Galiçya Xunta'sı ve belediye binası olan Pazo de Raxoi (Raxoi'nin Sarayı) bulunur. Katedral’in sağ tarafında ise 1492 yılında Katolik krallar Isabela ve Fernando tarafından hacılara misafirhane olarak yapılmış, şimdi ise otel olarak kullanılmak üzere restore edilmiş Hostal de Los Reyes Católicos yer almaktadır.
University of Santiago de Compostela üniversitesi sayesinde genç nüfus fazladır ve dinamik bir gece hayatı oluşmuştur. Eski şehrin etrafını saran dar sokaklarda çok sayıda tarihi bina vardır. Gezmesi son derece keyifli ve olan bu sokaklarda kaybolabilirsiniz.

 
 
 

30 Eylül 2015 Çarşamba

Uraz’lı Yaşama Merhaba...

Anne Oldum…Aile Olduk...



15 EYLÜL 2015…Hayatımın gerçekten değiştiği gün bugün.



 
Abimin söylediği bir söz var, hiç unutmam; “Evlenince yani iki kişi olunca filan değil de, çocuk olunca insanın hayatı değişiyor. Allah göstermesin anlaşamazsan boşanırsın ve hayatına devam edersin, ama çocuk olunca hayatında ömrün boyunca kendinden başka sorumlu olacağın bir daha kişi oluyor.” Çok doğru…
Eşimin mesleği gereği, doğum için risk almadım ve günü saati belli olan epidural sezaryenle doğum yapmayı tercih ettim. Doğumun olacağı gün evden iki kişi olarak çıkarken, dönüşte üç kişi olarak gelecek olmak bize hayal gibi geliyordu.
Hastaneye gittiğimizde Burcu ve Pınar bizi bekliyorlardı. Giriş işlemlerini tamamlayarak 6.katta bulunan odamıza çıktık ve başladık hazırlıklara(bununla ilgili detayları “Doğum odası hazırlıkları…” başlıklı yazımda bulabilirsiniz).
Sevenlerimiz geliyor, sohbetler ediliyor, süslemeler yapılıyor filan derken ben durumun çok farkında değildim ve hala şaka gibi geliyordu. Taa kii; saat 13:00 gibi hemşire gelip de doğum için giymem gereken önlüğü getirdiğinde durumun gayet ciddi olduğunu anladım ve biraz korkmaya başladım.
Beni doğumhaneye götürmek üzere getirdikleri yatak üzerinde önlüklü ve boneli odadan çıkarken de artık gözyaşlarım sel olmuştu. Benimle birlikte beni doğuma uğurlayan, her şeyin çok güzel olacağını, bol bol dua etmemi ve sakin olmamı söyleyen sevdiklerim de benimle birlikte sevinç gözyaşlarını tutamadılar, bizi asansöre kadar uğurladılar. Asansörün kapısı kapandığında elimi sımsıkı tutmaya devam eden sevgili eşim, doğum esnasında da bana güç ve destek vermek için yanı başımdaydı.  
Saat 13:53…Doktorum Ramazan Bey’in elinde Uraz’ın yüzünü gördüğüm ilk anı hala çok net hatırlıyorum. Dokuz ay boyunca yaptığın her harekette, yediğin her yemekte kendinden önce onu düşündüğün, içinde giderek büyüyen ve inanılmaz bir bağ ile bağlandığın minik kıpırtın artık senden bağımsız bir bireydi. Dokuz ay boyunca içinde ama bir bilinmezdi. “Eli ayağı nasıldı, gözü ne renkti, saçı var mıydı?”… gibi her annenin kendine defalarca sorduğu ve asla cevabını bilemediği yüzlerce soru işte o anda cevaplarını tek tek buluyordu.
Temizlendikten sonra, sevinç gözyaşları ve heyecan içerisinde Uraz’ımı kucağıma aldım, mis kokusunu içime çektim ve bu güzel duyguyu bana yaşattığı için binlerce kez Allah’ıma şükür ettim.
Benim dikim işlemlerim tamamlanırken, Uraz’ı ilk muayenesi için bebek odasına(2.770 gr,48 cm) götürdüler. Odama geldiğimde kalabalık daha da çok artmış ve tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Başta yine gelincik Burcum olmak üzere, emeği geçen herkese tekrar çok teşekkür ederim.

Sütüm ilk gün geldi ve Uraz da emmeyi başarabildiği için ilk aşamayı sıkıntısız atlattık. Genel anestezi olmadığı için son derece kendimdeydim ve gelen tüm ziyaretçilerle elimden geldiğince ilgilenmeye çalıştım.

İlk gece Uraz bebek odasında uyudu, 3 saatte bir emmek için odaya getirdiler. Uyandırıp emzirmeye çalıştım ama sürekli uyuduğu ve çabuk yorulduğu için emme seanslarımız bayağı bir uzun ama başarılı geçti.
Hem biraz toparlanmış olmak, hem de ilk güne sıkıştırmamak için bebekle ve ailelerle yapılacak fotoğraf çekimini 2.güne bırakmıştık.(Doğum hazırlıkları ve doğum fotoğrafları 1.gün çekildi) Şimdi anlıyorum ki; çok da isabetli bir karar olmuş, eğer fotoğrafçınız kabul ederse kesinlikle siz de bu şekilde tercih edin.  

Sağ olsunlar tüm sevdiklerimiz bizi bu özel günlerimizde hiç yalnız bırakmadılar, üç gün boyunca odamız doldu taştı, bebeğimiz ve bizler için güzel dilekler dilendi. Ne mutlu bize ki; çok güzel dostlar biriktirmişiz, bu açıdan çok zenginiz.

Çok Şükür….












29 Ağustos 2015 Cumartesi


Selin’in Çocuksuz Hayata Veda Partisi
Ağustos 2015
Hamileliğin son dönemleri hiç kolay değil, bir ağırlık, miskinlik geliyor, “hayırlısıyla bir doğum yapsam” diyor insan. Ama kesinlikle üşenmeyin ve kendiniz için böyle bir parti mutlaka ama mutlaka yapın. Çok kapsamlı olmasa da 5-10 arkadaşınızla bile olsa hormonların zirve yaptığı bu dönemde inanılmaz moral oluyor. Bir de size naçizane önerim; bugünü unutulmaz kılmak için mutlaka fotoğrafçı ayarlayın ya da bir arkadaşınızı sadece bu iş için görevlendirin. Hepsi geçiyor geri fotoğraflar kalıyor ve sonradan baktıkça inanılmaz keyif veriyor. 
Gelelim benim hikâyeme; aslında bu tür partiler tam benlik, çok severim ve tüm detaylarıyla seve seve uğraşırım ama hamileliğimin son dönemleri olması, ağırlaşmış olmam ve bir de Temmuz-Ağustos sıcakları nedeniyle, kendimde o gücü bulamıyordum ve parti yapmaya pek niyetim yoktu.
Temmuz ortaları çok keyifli bir arkadaş grubumla yemek yerken, Figen “eee baby shower ne zaman?” dedi. Ben de “valla hiçbir şey planlamadım, zaten uğraşacak gücüm yok, zaman da az sanırım yapmayacağım” dedim. “Nasıl yani, sen baby shower yapmayacaksın, öyle miiii?, madem sen kendini yorgun hissediyorsun, biz bir şeyler ayarlarız senin yerine, ama senin hamileliğin “baby shower”sız bitmemeli, sana bu yakışmaz” dedi. İşte nasıl bir organizasyon insanıysam çevremde böyle bir izlenim bırakmışım.
Öyle mi olur böyle mi olur derken, fikirler havada uçuştu ve yemek sonunda ben kendimi olaya daha sıcak bakar buldum. Ama aile, aile dostları, farklı arkadaş grupları nedeniyle, gerekirse yardım alarak kendim organize etmemin en iyisi olacağına karar verdim. Onlar da sağ olsunlar her türlü desteğe hazır olduklarını birçok kez dile getirdiler.
Veee Temmuz sonuna doğru başlasın hazırlıklar. Önce tarih ve yer belirlemem gerekiyordu. Ağustos olması nedeniyle açık hava ve yeşillik bir yer olmasını tercih ettim. Alternatif çok, zaman kısıtlı, konsept belirlemek lazım derken hepsi su gibi aktı çok şükür.
Yeri yine Figen’in önerisiyle buldum; “Santral İstanbul - Papaz Restaurant”. Mekân, üniversitenin tatil olması nedeniyle hem sakin, hem açık hava hem de yeşillik. İlk fırsatta gidip mekân yetkilisi dünyalar tatlısı Duygu Hanım’la görüştüm ve yeri gördüm. Mekânın içi biraz karanlık, bir de ben açık hava istiyor olamam nedeniyle sağ olsunlar kırmadılar ve masaları bahçede çimlerin üzerine çıkarmayı kabul etti. Bunun yanı sıra süslemede ve her türlü teknik ihtiyaçta destek olabileceklerini belirterek içimi daha çok rahatlattılar. Duygu Hanım ve ekibi, gerek cana yakınlıkları gerekse sundukları alternatiflerle son derece işlerinin ehli. Tüm detayları ve tarihi netleştirdik, geriye davetli listem kaldı.
Bu arada kendime bir konsept belirlemem gerekti. Bebeğimin erkek olması nedeniyle maviyi nasıl olsa doğumda bir şekilde kullanacaktım, daha değişik bir renk kullanayım derken yengem Burcum’un da desteği ile parti sepetinde sarı-gri bir hamiş anne konseptinde karar kıldım. En güzel yanı da bu konseptin davetiyesini de yapmışlar. Elbette bu devirde tek tek adrese davetiye göndermedim ama davetiyenin dijital halini yaptırarak tüm davetlilere WhatsApp’tan gönderdim. Bu hem çok daha hızlı ve pratik hem de görsel olarak çok daha şık oldu. Partinin adını da Baby Shower olarak değil, “Selin’in Çocuksun Hayata Veda Partisi” olarak yazmayı tercih ettim.
Konseptle ilgili kendi ihtiyaç ve tercihime göre internette tüm siparişlerimi verdim. Girişe “Hoşgeldiniz”, şeker masasına “Uraz’ın Şekerleri”, hediyeliklere “Selin’den Size Hatıra” panoları ile limonata şişeleri ve vazo olarak kullanacağımız kavanozlara yapıştırmak için sticker gibi eksikleri de iş için birlikte çalıştığım ajansa yaptırdım.   
Başta çok hevesli değildim ama tarih(8 Ağustos 2015) yaklaştıkça ben iyiden iyiden heyecanlanmaya başladım. Hem bugünü ve doğum heyecanını ölümsüzleştirmek, hem de doğum sonrası yeni doğan fotoğrafları ile Uraz’a güzel bir hatıra bırakmak için bir arkadaşımın arkadaşı ile fotoğraf çekimi için anlaştım. Gizem davetlilerden önce geldi ve parti öncesi hamilelik fotoğraflarımı da çekti. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oldum. Hamilelik fotoğrafları için ayrı bir gün ayarlamaya ve hazırlık yapmaya gerek kalmadı. Hazır tüm süslemeler varken ve mekân da gayet müsaitken bunu da aradan çıkardık, şahane oldu.
Müthiş ekibimiz (Burcum, abim, Meltem ve Kıvanç) ile erken gidip süsleme ve detay işleri halettik.
Canım abimin sponsorluğunda @selftouch Baby Shower’ıma damga vurdu. Şöyle ki; instagramda “UrazBebek” hashtagı ile paylaşılan fotoğrafları Selftouch’tan baskı olarak anında alabiliyorsun. Böylece telefonla çekilen ve ilgili hashtag ile instagramda paylaşılan tüm fotoğraflar sadece dijital ortamda kalmıyor, baskı alınarak somut olarak saklanabiliyor. Birçok etkinlikte(düğün, doğum, şirket kutlamaları….vs) de kullanılabiliyor olması harika, mesela ben doğumda da kullanmayı planlıyorum.
Bu özel günümde bana en güzel sürprizi “kuzenim URAZ geliyorrr” baskılı t-shirt ve sarı tütü etekleriyle canım kızlarım yaptı. Tabii ki bunu düşünerek organize eden anneleri canım Burcum da konsepte uygun çok şık bir elbise giymişti. İşin ilginç yanı herkes birbirinden habersiz bir şekilde sarı bir şeyler giymiş, takmış, konsepte uymuştu. Bu nedenle fotoğraflarımız da inanılmaz uyumlu çıktı.
Gizem’le hamilelik fotoğraf çekimimizi tamamladık derken vakit geldi ve davetlilerimiz gelmeye başladı. Gelen herkesle tek tek ilgilenmeye, fotoğraf çektirmeye çalıştım. Hatta kendimi kaybetmiş oradan oraya koştururken “biraz otur yerinde, koşturma, çocuğu burada mı doğuracaksın?” diye uyarılar aldım. Ama o kadar keyifli ve güzel geçiyordu ki orada da doğurabilirdim.
Yemekten sonra canım arkadaşım Meltem’in benim için yaptırdığı baby shower pastasını kestik. Pastadan sadece bir çatal alıp koşturmacadan yiyemediğim ve tadı damağımda kaldı. Gelen herkes da pastayı çok beğendiğini belirtti. Pastanın mimarı Hande’ye (@okadartatliki) tekrar çok teşekkür ediyorum. 


GELİNCİK
Ağzımız da tatlandığına göre sıra gelsin Burcum ile hazırladığımız baby shower oyunlarına… Birincisi, “En iyi kim biliyor” oyunuydu. Bunun için 15 soruluk bir anket hazırladık ve tüm davetlilere doldurması için dağıttık. En fazla doğru yanıtı veren için de bir hediye aldım. Oyun inanılmaz çekişmeli ve keyifli geçti, sonuçta 2 tane aynı sayıda yanıt geldiği için kura çektik ve kuzenimin eşi sevgili Sevil Abla hediyeyi kazandı.
 
Diğer oyunumuzun kapsamı biraz daha dardı, şöyle ki sadece hamile olma ihtimali olanlar katılabilecekti. Bu oyun için Burcum body, havlu, önlükten oluşan bir çiçek buketi hazırladı. Ben arkamı döndüm ve arkamda bekleyen adaylara buketi fırlattım, aynı düğünde gelin buketi atar gibi. Buketi canım arkadaşım Sinem yakaladı. Allah’ım ona da sağlıklı bir bebek nasip eder inşallah.
 
Son etkinlik olarak da hediyeleri açtım. Herkes sağ olsun elinde paketlerle gelmiş ve benim şanslı oğlum daha doğmadan sanırım 1-2 senelik kıyafet ihtiyacını bir günde karşılamış oldu.
Benim için tülden ponponlarla süslenen sandalyeye oturdum, tek tek hediyelerimi açtım ve herkese ayrı ayrı teşekkür ettim.

Burcum’un sarı tülden ponponla hazırladığı taç ve tokaları takarak hep beraber fotoğraf çektirdik ve benim için çok anlamlı olan bu günü ölümsüzleştirdik. Gelen davetlilerimize de canım arkadaşım Pınar’ın yaptığı kokulu taşları hatıra olarak verdik.
Gelen beyler için de iç kısımda ayrı bir masa hazırlattık, onlar da kendi aralarında muhabbet ettiler.




CANIM ANNELERİM
Bazı detayları da fikir vermesi açısından sizlerle paylaşmak istiyorum;
  • Pınar'ın yaptığı kokulu taşları yine konseptin internette hazır satılan hediyelik paketlerine konsepte uygun sarı-gri kurdelelerle bağlayarak koyduk.
Hamileliğin son dönemlerinde özel günler için kıyafet bulmak artık eskiye göre çok daha kolay. Sadece hamileler için kıyafet yapan birçok bilinen (Gebe, Lord, Ebru…) ya da no name markaların yanı sıra birçok markanın da (H&M, Mothercare, LC Waikiki, De Facto…) hamile koleksiyonu bulunuyor. Ben de hamilelik dönemimde bu markalardan severek giyindim. Ama baby shower elbisemi konsepte uygun uçuk sarı üzerine beyaz puantiyeli  bulunca Yargıcı’dan aldım, tabii 42 beden.:) Fotoğraf çekimi için başka bir elbise tercih ettim, böylece aynı elbiseyle birçok fotoğraf yerine, hamilelik fotoğraflarıyla baby shower fotoğraflarını ayırmış oldum.
Hem mevsim ve hem de taraklı bir ayak yapısına sahip olmam nedeniyle hamileliği Birkenstock’larla geçiren bir anne adayı olarak, bu özel gün için kendime bir numara büyük, taşlı beyaz bir sandalet aldım, gayet işimi gördü (Şimdi de giyiyorum ama azıcık büyük). Bu arada bazı anne adaylarının ayakları hamilelikte 1-2 numara büyüyor ve doğumdan sonra da öyle kalıyor ve maalesef eski ayakkabılar çöp. Ayakkabı sever biri olarak onca ayakkabım ziyan olmadığı için bir yandan şanslıyım ama diğer yandan da ayaklarımın 35 numara olması ve zaman zaman ayakkabı bulmakta zorlandığım için de aslında bir numara büyüseydi de fena olmazdı.
Benim saçım çok ince telli, fön tutmaz, bir de tüm gün koşturmaca, hava çok sıcak ve nemli, dolayısıyla saçımı yandan örgülü topuz şeklinde tercih ettim, çok da rahat ettim, şiddetle tavsiye ederim.

Süslemeler konusunda da neler yaptım paylaşmak isterim. “Selin’in Çocuksuz Hayata Veda Partisi’ne Hoşgeldiniz” panosu yaptırarak girişe koyduk, aynı zamanda parti esnasında önünde fotoğraf çekmek için fon olarak kullandık.
Açık hava olması nedeniyle çok fazla bir seçenek yoktu. Ağaçlara ince halat ipler gererek, minik mandallarla Uraz’ın body, önlük, eldiven çorap ve ultrason fotoğraflarını sıraladık, aralara da tül ponponlar astık.




Şeker masası; sarı-beyaz makaronlar, sarı-gri-beyaz çikolata kaplı badem şekerleri, çakıl şekerler, cam limonatalık içerisinde naneli limonata, limonata için konsepte uygun stickerla süslenmiş, sarı-beyaz pipetli küçük cam şişeler, orta boy cam bir vazo içerisine limonlar, stickerlı su şişeleri, İkea sarı-gri peçeteler, konsepte uygun masa süsü, ayna platform üzerinde cam vazolarda papatyalar ve gelin çiçeği… Bunları koyacağınız kavanoz, tabak, tas her ne ise tamamen kendi zevkinize göre ayarlayabilirsiniz. Ben hiçbirini bugün için almadım, evde olanları değerlendirmeye çalıştım. Şeker masasının üzerine de “Uraz’ın Şekerleri” yazan şeker yiyen çocuk resmi bulunan bir pano yaptırmıştım ama rüzgârdan durmadı, biz de indirdik.
Hatıra masası; ferforje bir ayaklığa “Selin’den Size Hatıra” yazılı küçük bir pano koyduk, kenarı ferforjeli şık bir tepsi içerisine Pınar’ın hazırladığı kokulu taşları sıraladık. Uraz’ın ultrason fotoğrafını bir çerçeveye koyarak, boynuna papyon yapıştırdık(kız olsaydı başına fiyonk toka yapıştıracaktım, kızı olacaklara fikir olabilir), uçak figürlü süs bir yastık koyduk, Uraz’ın bir çift patiğini koyduk, daha sonra doğum odasında ve kendi odasında kullanmak üzere tahtadan yaptırdığım ve eşimin boyadığı “Uraz” yazısını koyduk. Yine evdeki şeyleri kullanarak uyumlu bir şeyleri bir araya getirmeye çalıştık. Bu tarz masalar fotoğraflarda da çok şık fon olabiliyor.

Davetli masaları; konseptin takımı masa örtülerini serdik, yine konseptin takımı peçeteliklere İkea’dan aldığımız sarı-gri peçeteleri yerleştirdik. Masaların ortalarına da evdeki klasik orta boy cam kavanozların ağız kısımlarını kurdele ile süsledik, üzerine sticker yapıştırdık ve içlerine konsept renklerine uygun papatyalar ve gelin çiçekleri koyduk. Zaten masamız yemeklerle dolduğu için başka bir şeye gerek de kalmadı. Bahar havasında sade ve şık oldu.

Menü konusunda Papaz Restaurant gayet yeterliydi ama sağ olsunlar çevremde gelen herkes bir şeyler yapmak, yardımcı olmak istedi. Bu nedenle menüye, Fatoş Ablamın yaptığı zeytinyağlı yaprak sarmayı, Nurcun’un yaptığı efsane mercimekli köfteyi, Birsoş’un yaptığı ağızda dağılan tatlı-tuzlu kurabiyeleri ve babamın tepsi tepsi aldığı Boşnak böreklerini ekledim. Figen de sağ olsun gelirken bir tepsi traliçe getirmiş… Masamız bereketli doldu taştı çok şükür.

Canım oğlum, hep böyle şanslı ve bereketli olursun inşallah. 

 























30 Mart 2015 Pazartesi


Hayaller İtalya, gerçekler Antep, Urfa…….

Karnım artık iyiden iyiye büyümeye başladığı dönemde(5.ay) bu plansız seyahat bize piyangodan çıktı aslında…
Shengen vizem bitmişti, bir seyahat planımız yoktu ama bulunsun diye Nisan ayı için “bir tarih”(buna dikkat, yazımın ilerleyen kısımlarında beni çok iyi anlayacaksınız) verip İtalya’dan yeni bir vize başvurusu yaptım. Başvuru sırasında, başvurumu alan görevli, “daha önceki İtalya vizenizle İtalya’ya giriş yapmamışsınız” dedi, “evet bu sefer yapacağım” dedim. Heyecanlı bekleyiş başladı. Şöyle biraz uzun verseler de, bu halde bir daha uğraşmasam vize işlemleri ile ne iyi olurdu.
Tam da vizemin çıkacağı tarihlerde eşimin boş günü olması nedeniyle 2-3 günlük bir kaçamak yapmaya karar verdik, İtalya olacağı kesin ama şehri belirlememiştik.
“Pasaportunuz gönderilmiştir” mesajı geldiği günün ertesinde valizimiz arabada hazır vaziyette vizeyi almak için Harbiye’ye gittik. Plan; pasaportu alıp doğru havalimanına gitmek ve ver elini İtalya…
Vize merkezi açılır açılmaz, içeri ilk girenlerden biri olarak pasaportumu teslim aldım ve heyecanla ne kadarlık vize verdiklerine baktım. ŞOK!!! 1 aylık vermişlerdi. “Geçen sefer İtalya girişi yapmadığım için bu şekilde verdiler, ama bugün nasıl olsa giriş yapacağım, bir daha başvururum bu sefer kesin uzun verirler” filan diye kendi kendimi avuturken asıl büyük ŞOKU yaşadım. Tarih… Vizenin başladığı tarih benim onlara vize başvurusunda yazdığım “bir tarihti” ve bugünkü tarihten tam 2 hafta sonrasıydı. Yani bugün halen vizem yoktu.
Eşim arabada bekliyordu beni. Arabaya bindim, bende ses yok. “Ne kadar vermişler canım?” ses yok…. “Selinnn ne kadar vermişler hayatım?” ses yok…. “Noldu?” Vizem yok benim, bugün gidemeyiz!!!”…
Tabii eşim anlamadı önce olanları, anlayınca da gözlerinden yaş gelinceye kadar güldü halimeL
Zerre kadar aklıma gelmemişti bu ihtimal, bana iyi bir tecrübe oldu. Vizeyi planlı bir seyahat için değil de bulunsun diye aldığım için açıkçası tarih konusuna hiç takılmamıştım.
Sonuç ne mi oldu? Valiz arabada, işyerimden iznimi almışım, eşimin boş günü var, bu şartlarda elbette eve dönmedik. Havalimanı tarafına geçerken vizesiz gidilebilecek yerleri konuştuk. Moskova vardı ama 2-3 gün için uzak ve yorucu olacaktı. Beyrut’a çok tekin olmaması nedeniyle hazırlıksız(otel, şehir, gezilecek yerler vs.) gitmeyi eşim uygun bulmadı derken yurtiçinde bir yerlere gidelim dedik. Sürpriz bir şekilde uzun zamandır görmek istediğimiz Şanlıurfa ve Gaziantep’e gitmeye karar verdik.
Eşim uçak saatlerine baktı, 1 saat sonra Antep’e uçak vardı. Biz de zaten Havalimanı’na gelmiştik bile. Koşturmacadan kendimize geldiğimizde bilet işimizi halletmiş uçağa doğru gidiyorduk. Birbirimize bakıp bakıp halimize gülüyorduk. İtalya yansın haline; biz Como Göl’ü derken Balıklı Göl’ü, pizza derken lahmacunu tercih etmiştik.
Uçaktan indikten sonra hemen havalimanı önünden kalkan Havaş’la şehre geçerken eşimin şirketinin anlaşmalı otelinden yerimizi ayırttık.  Ailelerimizi telefonla arayarak durumu anlattık. Tabii onlar da çok şaşırdılar.
Otele yerleşip biraz dinlendikten sonra iyice acıkan karnımızı doyurmak ve kebap ziyafeti yapmak üzere hemen otelin arkasındaki Mehmet Usta’ya gittik. Hamile olduğum için filan değil yani, ben gerçekten bu kadar başarılı lahmacun ve küşleme yemedim. Domates ve yeşilliklerle yaptıkları salatalarını ricamla benim için sadece domatesli yaptılar.(Hamilelik döneminde restoranlarda menüde yiyecek şey bulamadığımda anladım ki; meğer ben dışarıda hep salata yermişim, çok zorlanmıştım. Ama evde bol bol sirkede bekletilmiş yeşilliklerimi yedim afiyetle)
Mevcut şişkinliğime ek yediklerimden sonra resmen nefes alamıyordum. Gerçekten de denildiği kadar lezzetliydi masadaki her şey.
Şansımıza hava da çok iyiydi ve yürüyerek şehir merkezine doğru ilerledik, hem de biraz hareket etmiş olduk. İlk durağımız 3 farklı kapıdan girişi olan Zincirli Bedesten’di. Çarşı içerisinde baharattan bakıra, ahşap süs eşyasından çantaya, yemenilere kadar çok çeşitli hediyelik eşyalar var. (Meşhur İmam Çağdaş’ta hemen çarşının karşısında ama biz oraya gitmedik. Hem karnımız çok toktu hem de daha önce Antep seyahatinde annemle babam gitmişlerdi, gerek yemek gerekse servis konusunda çok memnun kalmadılar ve ticari bulduklarını belirtmişlerdi. Biz de bu yorumlardan etkilendik sanırım)
Zincirli Bedesten’in çıktığımız kapısının hemen yanında el yapımı çok şık renkli cam şişeler, hediyelikler satan bir mağaza var, ben tabii ki soluğu içeride aldım.  İçeride o kadar çok çeşit var ki; rengarenk ve değişik şekillerde incecik camdan yapılmış şişeler, kolonyalıklar, lokumluklar, ayna tepsiler vs….yani tam benlik. Kendime ayna tepsi üzerine minik renkli şişelerden güzel bir kombin yaptım.(Geçen sene temizlik esnasında hepsi kırıldı, sadece bir tane numune kaldıL) Fiyatlar İstanbul’a göre gayet uygun.
Mağazadan çıktığımızda hemen sağ tarafımızda kalan Bakırcılar Çarşısı da çok keyifli ve hareketli. Bakır döven amcaları izlerken bir yandan da mağazalardan dışarılara taşmış olan model model ve pırıl pırıl kahve fincanları, çay setleri, çaydanlıklar ve birçok süs eşyası insanın gözlerini alıyor. (Çarşıdan elim boş çıktığını düşünmüyorsunuz herhalde ama inanın son derece makul fiyatlarda biri işlemeli biri dövme 2 adet farklı kahve fincanı aldım. Adet adet, öyle set filan değil çünkü ben kahve sunumlarımda değişik fincanlar kullanmayı tercih ediyorum.)
Bu yorgunluğa bir kahve iyi gider dedik, soluğu hemen meydandaki Antep'in 500 yıllık meşhur Tahmis Kahvesi’nde aldık. Türk kahvesi beni gerçekten dinlendiriyor, net. (Hamilelik dönemimde minimuma indirdim, 1-2 yudum alıp bırakıyordum)
Saat 20.00 filandı ama tüm gün “plansız” bir koşturmaca içince olunca yorgun düştük. Otele gitmek üzere taksiye binmeden önce hazır dört bir yanımızda baklavacılar da varken, bu güzel günü 1’er adet baklava ile taçlandırmayalım mı yani? Çelebioğulları’nda yediğimiz 1’er dilim baklava(çok çok beğenmedik ama arkadaşlarımız çok methetmişti, bu baklava da damak zevki işte) sonrası gerçekten son derece doygun bir şekilde otele gidip, yuvarlanıp yattık. 
Gaziantep’te katmer genelde sabahları yeniliyor, hemen her otelin açık büfesinde de bulunuyor. Biz de bulunduğumuz yöreye uyduk ve sabah erkenden soluğu “Katmerci Zekeriya Usta”da aldık. Çarşı içerisinde arada bir yer ama kime sorsanız tarif ediyor. Sabah erkenden açılıyor ve en geç 14:00-15:00 gibi katmer bitiyor. Katmer yanında çay ya da süt servis ediliyor. Erken saat olmasına rağmen sıra vardı. Zekeriya Usta misafirleriyle birebir ilgileniyor, sipariş alıyor, servis yapıyor, muhabbet ediyor. Küçük dükkânının önüne koyduğu 7-8 masa ve taburelerle ama özellikle güler yüzüyle işi gayet iyi tutturmuş, bol kazanç dileriz. Bu arada 2 kişiyseniz önce 1 tane söyleyin yiyebilirseniz 2.’yi söyleyin, porsiyonlar gayet büyük. (Bu arada Zekeriya Usta, İstanbul’da Anadolu yakasındaki Watergarden’da Nostalji Sokağı’nda yer açtı, Antep’e kadar gitmeye gerek kalmadı)
Merkezde bulunan “Tarihi Almacı Pazarı”nda envaı çeşit kırmızı pul biber, isot, salça, nar ekşisi, sumak ekşisi(kısırlarda kullanıyorlarmış), birçok kuruyemiş, dolmalık kuru kabak, patlıcan, biber, lokum ve tabii ki cins cins farklı fiyatlara ayrılan meşhur antepfıstığı insana rengârenk görsel şölen sunuyor. Burası içinde bir tüyo vermem gerekiyor; iyi kalitedeki pul biber, isot, salça ve antepfıstığı gibi bazı özellikli ürünler genelde dükkânların iç kısımlarında ayrı bir yerde bulunuyor ve “iyisini istiyorum” dediğinizde içeri buyur edip ikram ediyorlar. Fiyatları biraz daha yüksek ama farklı renginden kokusundan bile anlaşılıyor.
Çarşı alışverişimizden sonra meşhur esnaf lokantası “Metanet”e gidiyoruz.  Burası özellikle “beyran çorbası” ile ünlü ancak çorba da yine çok erken saatlerde tükeniyor ve öğlene kalmıyor. Biz de kebabı Halil Usta’da yemeyi planladığımız için burada lahmacun yemeyi tercih ediyoruz ve kesinlikle çok doğru bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Nitekim etraftaki masaların birçoğu da genelde lahmacun yiyor. Bu arada, Antep’te yediğim lahmacunların İstanbul’daki lahmacunlarla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmuyor. Bu lahmacunsa bizim İstanbul’da yediklerimiz ne acaba?
Bugün ki planımız Şanlıurfa’ya geçmek. Merkezden bir araba kiraladık, yol üzerinde ünlü Mozaik Müzesi’ne uğradık. Biliyorsunuz ben müze filan tarihi yerleri gezmeyi çok sevmiyorum ama eşim sağ olsun benim bu açığımı kapatıyor(tencere kapak). Müzeden keyif aldım mı? Aldım, oraya kadar gitmişken görülmesi gerekiyor mu? Evet. Gerekeni yaptık mı? Yaptık… Ama itiraf etmem gerekiyor ki, müze içerisindeki bölümlerde tabii ki benim turlarım eşime göre çok daha çabuk bitti.
Müze sonrası yine yemek… Bu sefer Mehmet Usta’nın abisi Halil Usta’nın Karşıkaya semtindeki (müzeye yakın) yerindeyiz. Mehmet Usta’da olduğu gibi burada da kebaplar bakır ve çukur kaplarda servis ediyor. Halil Usta’nın yetiştirdiği ustalar ateş başında lezzetli etleri pişirirken, Halil Usta da beyaz önlüğü ile dükkânda kasanın başında gelenleri karşılıyor, gidenleri uğurluyor. Buranın şehir içindeki Mehmet Usta’ya göre daha meşhur ve kalabalık olmasının sebebi; hem daha eski olması hem de Antep gezisi yapan turların yemek için misafirlerini buraya getirmeleri. Ama bence lezzet olarak ikisi de harika. (Bu arada iki kardeş görüşmüyormuş gibi bir duyum aldık ama umarız öyle değildir)
Karnımız da gözümüz de tok Antep’ten ayrılıyoruz, ver elini Urfa…
Yolda giderken akşam için sıra gecesi programımızı yapıyoruz ve çok methini duyduğumuz, Urfa’nın bir numaralı sıra gececisi Gülizar’da yerimizi ayırtıyoruz. Babamın tavsiyesi üzerine otelimizi de dün Antep’teyken ayarlamıştık, Balıklı Göl’ün hemen karşısında otantik bir binaya sahip olan “El Ruha Hotel”.
Akşamüstü otele varır varmaz 1-2 saat dinleniyoruz. Saat 20:00 gibi sıra gecesine gidiyoruz. Günler öncesinden bile yer bulma ihtimali az olan Gülizar’da şansımıza bize en önden yer vermişler.(Uraz’ımın şansı) Gittiğimizde biraz sakindi belki de ondan denk geldi bilmiyorum ama iyi oldu. Bir süre sonra kalabalıklaştı ve program başladı. Fix menü olarak servis edilen yemekler maalesef çok vasat ve buz gibiydi. Ben bir de hamilelikten dolayı ekstra dikkat ettiğim için, tüm gece masadaki pideyi tırtıkladım. 

 Sahnede saatlerce halaylar çekilip, türküler söylendi. Gecenin sonlarına doğru çiğ köfte şöleni yapıldı. Ortaya serdikleri örtü üzerinde usta biraz da şov hallerinde çiğ köfteyi yoğurdu, misafirlere ikram edildi.


Burada dikkatimizi çeken önemli bir ayrıntı; yan sedirde oturan abinin masanın altına silahını koyup sahnede saatlerce halay çekmedi oldu. Sonradan anladık ki, silah taşımak Urfa’da gayet sıradan bir durum. Sıra gecesi çıkışında sokakların ürkütücü sessizliği de bizi tedirgin etmedi değil. Genel olarak Antep’ten sonra Urfa bize biraz güvensiz geldi.  
Sabah kahvaltıdan sonra hemen otelin karşısındaki Balıklı Göl’e gittik. Gölün etrafında balıklara filan bakıp gezinirken yanımıza yaklaşan küçük bir çocuk, istersek bilgi verebileceğini söyledi. Biz de "isteriz tabii" dedik ve başladı Balıklı Göl’ün hikâyesini anlatmaya;
Balıklı Göl’den sonra usta oyuncu Şener Şen’in “Eşkıya” filminin çekildiği pasaj dâhil olmak üzere bize kısa bir Urfa çarşı turu yaptırdı. Son derece içten, saf ve temiz Urfalı çocuk İbrahim gerek bilgisi gerekse konuşmalarıyla bizi kendine hayran bıraktı. Yol üzerinde karşılaştığımız amcaoğlu da gelen yerli turistlere rehberlik yapıyormuş. Hafta içi okula gidip hafta sonları harçlıklarını çıkarmak için çalışan  ve son derece saygılı olan bu çocukları takdir etmemek gerçekten mümkün değil. Keyifli gezi turu için biz de kendisine harçlık verip, teşekkür ettik. İbrahim’i aklımıza geldikçe hala anarız ve inşallah bir daha gitmek nasip olursa yine görmeyi çok isteriz.
Urfa’da yemeği şehir içerisinde değil de, Antepli komşularımızın babama, babamın da bize tavsiyesi ettiği Şanlıurfa-Gaziantep yolu üzerinde bulunan Birecik İlçesi’nde yedik. Bu ilçede meşhur olan sebzeli “haşhaş kebabı”(içinde haşhaş yok adı böyle) özellikle Cevdet Usta’nın Yeri’nde yenilmeli. Satırla kesilerek kıyma haline getirilen etin içerisine kırmızı-yeşil biber ve maydanoz konularak hazırlanıyor, enfes….
Kebabın tadı damağımızda artık  dönme zamanı geldi. Arabayı Urfa’da havalimanına teslim edip evimize döndük.