LOVE

LOVE

19 Aralık 2018 Çarşamba


PORTEKİZ

İlk Durak; LİZBON

4 saat 40 dakikalık yolculuğun ardından Lizbon’dayız. Uraz’la 40 günlük Santiago Compostela sonrası ilk en uzun uçak yolculuğumuz oldu. Yerinde duramadığı ve her şeyi merak ettiği için açıkçası biraz endişelerim olmadı değil ama gayet rahat ve keyifli bir yolculuk geçirdik.
Önce biraz etrafla ve önündeki ekranla ilgilendi derken yemek telaşı, sonra uykusu geldi ve uyudu. Uyanınca da biraz oyuncak, kitap derken, bir baktık inişe geçmişiz bile. Yani baştan kulağa biraz hoş gelmese de o kadar endişe edecek bir şey yok sevgili anneler.
Lizbon havaalanından 3 günlük “Lisboa card” aldık. Fiyatı kişi başı 40 euro, hemen hemen tüm toplu taşımada(Sintra’ya giden tren dahil) geçiyor ve birçok yerde de indirim sağlıyor.
Bizim otele havalimanından metro ile aktarmalı olarak da gitmek mümkündü ancak biz hem biraz şehri görmek hem de otelin önündeki cadde de indirdiği için otobüs ile gitmeye karar verdik. “AEROBUS” firmasına ait otobüsler hemen havalimanı çıkışında sağ taraftaki duraktan kalkıyor, Lisboa card geçmiyor ama indirim var, 2 kişi 3 euro ödeme yaptık.
Yaklaşık 20 dakikada ineceğimiz durağa geldik. İlk izlenim olarak şehre bayılmadım ama olumsuz bir şey de hissetmedim. Biz THY’nin anlaşmalı otellerinden konumu nedeniyle Double Tree Hilton’u tercih ettik ve gayet memnun kaldık. Özellikle girişte hoşgeldiniz diye ikram ettikleri ve istediğimiz her zaman alabileceğimizi ilettikleri ılık çikolatalı cookie’lerin tadı hala damağımda...
Otele yerleşip vakit kaybetmeden başladık şehri keşfetmeye. Öncelikle direkt sahile giden mavi renkli metro hattını kullanarak “Terreiro do Paço” durağına gittik. “Praça do Comercio” meydanında fotoğraf çektikten ve Uraz güvercinlerle biraz koşturduktan sonra meşhur cadde “Rua Augusta”dan Rossio Meydanı’na doğru yürüdük. Açıkçası bu cadde neden meşhur olmuş anlamadım çünkü çok sakin ve hiçbir özelliği yok. İnditex Grubu(Zara, Massimo Dutti, İntimissimi, Bershka,…) markalarının yanı sıra yerel mağaza ve restoranların olduğu bir cadde. Bir de Portekiz’in ünlü morina balığından yapılan, tadı bizim patates köftesine, tipi de içli köfteye benzeyen ama çok çok sevmediğimiz Pastel De Bacalhau’u en iyi yapan yer olarak ün salmış “Casa Portuguesa do Pastel de Bacalhau” var bu caddede. Bazı yerlerde “Bacalhau cake” olarak da geçen içli köftenin burada adeti 4,5 euro, isterseniz 1 kadeh şarap ve şık bir sunumla menü yapıyorlar, zaten başka bir yemek seçeneği yok.
Burada biraz açlığımızı bastırdıktan sonra Rossio Meydanı’na geldik. Dikdörtgen şeklindeki ferah meydanda yeni yıl için kurulan küçük Christmas Market’e bakındıktan sonra tüm bloglarda yazan ve her gidenin sadece meraktan mutlaka denediği “A Ginjinha”da vişne likörünü denedik.  Toplamda 5 kişinin yan yana duramayacağı küçücük dükkânda sadece vişne likörü satışı var, 1 küçük shot 1,5 euro. Gelmişken tadına baktık ama sıradan bir likör, çok bir şey beklemeyin.
Sırada Rossio Meydanı’nın sahile doğru sağ alt köşesinde bulunan, Baixa – Chiado ve Barrio Alto Bölgeleri arası geçişi(Portekiz’in tepelik bir bölge olduğunu düşünürsek) kolaylaştıran “Santa Justa Lift” var. Zaten önündeki sıradan doğru yere geldiğimizi hemen anladık. Lisboa card ile asansör ve en tepesindeki manzara terası ücretsiz, normal fiyatı 5,15 euro. Asansörle çıkarken etrafı göremiyorsunuz ancak terasın dört bir yanından Lizbon manzarası gerçekten şahane…
Baixa Bölgesi’ne geçtiğimizde hava kararmaya başlamıştı. Bölgedeki caddelerin yeni yıl süslemeleri, Largo do Chiado Caddesi sonundaki “Praça Luis de Camoes”e kurulan ışıl ışıl dev noel baba, sokak çalgıcılarının keyifli müzikleri ve tarihi binaların nostaljik görüntüsü içerisinde 1 saat filan dolandık.
Artık karnımız iyice açıktı. Yeşil metro hattında Baixa-Chiado durağından binip Martim Moniz’de indik ve ünlü böcekçi Ramiro’ya kadar yürüdük.  Burası hakkında giden herkesten ve okuduğum bloglardan güzel şeyler duymuştum. Girişte bulunan bilgisayardan dil ve kişi sayısını seçerek sıra numarası alıyorsunuz, sıranız geldiğinde de kendi dilinizde çağırılıyorsunuz.  İki katlı, farklı salonlardan oluşan ve tıklım tıklım bir restoran. Yukarıdaki masamıza geçene kadar gözlerimi masalardaki envaı çeşit böceklerden alamadım. İnsanın iştahını kabartan kokudan zaten bahsetmiyorum bile.
Biz tere yağda karides, ızgara jumbo karides, yengeç ve istiridye yedik. En çok karidesleri beğendik. Portrekiz’e genel olarak ucuz diyorlar ama kurdan dolayı belki bize süper ucuz filan gelmedi, iki kişi için bayağı iyi bir hesap ödedik.
Aralık ayında hava bakımından gelinebilecek en doğru yere geldiğimize karar vererek, güzel havanın tadını çıkardık ve yemek sonrası otele kadar yürüdük. Uraz pusetinde uyudu, tüm günün koşturmacasına maşallah iyi bile dayandı.
2.günümüzde Rossio Meydanı’nın hemen arkasında bulunan Square of thw Fig Tree (Fig Tree Meydanı)’nin köşesinde bulunan “Confeitario Nacional”da kahvaltı yaptık. Bence son derece vasattı; önce çay fincanları pis geldi, sonra sipariş yanlış… Neyse iyi kötü yedik bir şeyler kalktık.
İstikamet “Belem Kalesi”(Torre de Belem)… Yeşil hatla “Rossio”dan “Cais do Sodre” durağına, ordan da Belem’e giden trenine aktarma yaptık(Lisboa card ile trenler ücretsiz).
Belem durağında inip kaleye doğru Tejo Nehri kenarından yürürken San Francisco'da bulunan Golden Gate Köprüsü’nün benzeri 25 Nisan Köprüsü  (25th April)’nü tüm ihtişamıyla görebilirsiniz. Aynı zamanda karşı tarafta bulunan İsa heykeli de şehrim önemli simgeleri arasında yer alıyor.
Sahilden devam ederken karşımıza “Kaşifler Anıtı” yani  “Padrao dos Descobrimentos” çıkıyor. Anıt, 15. yüzyılda ülke kâşiflerinin sefer yapmalarını teşvik eden, denizci Henry’nin 500. ölüm yıl dönümü anısına 1960 yılında inşa edilmiş. Anıt üzerinde, denizci Henry, krallardan Alfonso V, Pedro Alvares Cabral, Vasco Da Gama ve Ferdinand Magellan ile önemli görevler üstlenmiş din adamları, matematikçiler ve diğer kaşifler bulunuyor. Müze ve sergi salonlarıyla toplam 7 kattan oluşan anıtın en üst karından eşsiz Lizbon manzarasını izleyebilirsiniz.
Sonrası Belem Kalesi… Kaleye giriş 6 euro, ama bizi pusetle gören görevli bizi sıradan çıkararak kenardan içeri aldı, ne sıra bekledik ne de ücret ödedik. Çıkışta dikkat ettim pusetle bekleyen aileler vardı, o görevli orda bize denk geldi ve jest yaptı sanırım.:)
Kalenin içerisinden yukarı çıkmak için 90 küsur basamak var ve iniş çıkış sırayla. Kırmızı ve yeşil ışıkla yaya iniş çıkış trafiğini dengelemişler. Kalenin en üstünde çevreye tepeden bakıp fotoğraf çektirebilirsiniz.
Kaleden çıktıktan sonra geldiğimiz yöne, sahilden değil deciç kısımdan yürüyerek ünlü ve en lezzetli Pastel Da Nata’yı yemek için Belem Pastanesi (Pasteis De Belem)’ne doğru yola koyulduk. Sabah kahvaltı yaptığımız Confeitario Nacional’da da denemek için yemiştik ama gerçekten hiç alakası yok. Bir kere burada taze, sıcak sıcak geliyor, üzerine de isteğe göre pudra şekeri ya da tarçın ilave ederek yiyorsunuz. Dışı incecik çıtır çıtır milföy hamuru içi ise şahane bir pastane kreması; tadı bana sahlebi andırdı. Veee bir tane asla yetmedi, yetmez. Buraya gelirken Uraz uyudu ve pastane boyunca uyanmadı, biz de sakin bir anne baba saati yapmış olduk.
Şehre dönmeden yol üzerinde daha önceden gitmeyi planladığımız moda, tasarım, vintage ürün satan dükkânların bulunduğu LX Factory’e uğradık. Çok şık ve tasarım ürünler var ve fiyatları oldukça pahalı. Biraz dolandıktan sonra Uraz’ın karnını doyurmak için bir kafede oturup pizza yedirdik.(Biz de tadına baktık tabii)
Lizbon’un diğer bir bölgesi olan Alfama, oldukça dar ve dik yokuşlu, bu nedenle burayı elimizde pusetle yürüyerek gezmeyi gözümüz pek kesmedi ve Martim Moniz Meydanı’ndan kalkan 28 nolu sarı tramvay ile gezmeye karar verdik. Tramvay oldukça turistik, durakta sıra çok, tramvayın içi kalabalık, bu nedenle dikkatli olmakta fayda var.
Alfama Bölgesi’nde Campo de Santa Clara caddesinde sabahtan akşam 17:00’ye kadar devam eden, Salı ve Perşembe günleri açık olan “Feira da Ladra” pazarına gitmeye niyetimiz vardı ancak saat zaten 17:00’i geçtiği için geç kalmıştık, merakı olanlarının bilgisine... Biz tramvaydan hiç inmeden Baixa Bölgesi’ne kadar gittik, zaten inseymişiz de bir daha binmemiz çok zor olurmuş çünkü bölgedeki her durakta çok sıra vardı.  
Baixa’da “Largo do Carmo” caddesinin ilerisinde yer alan, tavsiyeler üzerine gittiğimiz “Faca&Garfo” restoran sadece 7 masalı, çok yerel bir aile işletmesi. Menü de son derece sade, yediğimiz ahtapot, morina balığı ve sardalye inanılmaz lezzetliydi, kesinlikle tavsiye ediyorum. Çıkışta Uraz’a söz verdiğimiz için Santini’de dondurma yiyip, metro ile otelimize döndük.
3. günümüzde Lizbon’a trenle 40 dakikalık mesafedeki Sintra kasabasına gittik. Trenler Rossio meydanından kalkıyor ve Lisboa card geçiyor. Sintra’da trenden istasyonundan çıkınca sağ tarafta 434 ve 435 nolu otobüsler var. Kasaba son derece tepelik ve sokaklar dar olduğu için görülecek yerlere yürümek çok zor, macera aramaya hiç gerek yok…. Kasabada görülmesi gereken 3-4 turistik yer var, otobüsler hepsine uğruyor ve sonrasında aynı otobüslerle Cascais’e (bizim Şile gibi bir sahil kasabası, biz gitmedik) ya da Avrupa’nın en batı ucu olan Roka Burnu(Cabo da Roca)’ndan Atlantik Okyanusu’nu karşı günbatımını izleyebilirsiniz.
Biz Sintra’da sadece “Palacio National de Pena”ya gittik. Kale, çocukken kullandığımız MonAmi pastel boyalarının üzerindeki kale gibi rengârenk, çok sevimli. Otobüsten kalenin alt kısmında inip, giriş için bilet alıyorsunuz, kişi başı 14 euro, bir de tırmanmak istemiyorsanız kişi başı 3  euro da kale içerisinde iniş çıkış için ücreti var. Beni bilenler müze gezmeyi çok sevmediğimi iyi bilir, o nedenle itiraf etmemde sakınca yok ki; kalenin dışı içinden çok daha etkileyici… Renklerin canlılığı ve nefes kesen manzarada çok güzel fotoğraflar yakalamak mümkün.
Sintra dönüşü trenle “Cais do Sodre” durağında inip en keyif aldığımız yerlerden biri olan “Mercado da Riberia” diğer adıyla “TimeOut Market”e gittik. Burası bizim yurtdışı seyahatlerimizde gitmeyi en sevdiğimiz market tarzı; balıkçısından etçisine, tatlıcısından şarapçısına birçok farklı restoran bir arada. Herkes istediği yiyeceği alıp ortadaki masalara oturuyor, fonda hafif bir müzik ve keyifli bir sohbet. Bizim Lizbon’daki son akşamımız tam da böyle oldu… Uraz’a ipad açtık, (malum tüm gün kültürel geziden hiç izlemedi), bir yandan ona yedirdik, bir yandan da biz yemeğimizi yerken yanımızdaki orta yaş üzeri Fransız çift ile sohbet ettik.


Otele dönerken Uraz günün tüm yorgunluğu ile pusetinde uyuyakaldı. Yatmadan önce valizi toparladık çünkü yarın sabah erkenden trenle Porto’ya geçeceğiz.

11 Nisan 2018 Çarşamba




BELGRAD
Son dakika rotası; Belgrad

 
Gerçekten de çok son dakika oldu. Aleksandropolis mi, Selanik mi derken bir baktık ki Belgrad’ı araştırıyoruz.
Eşimin 3 günlük boşu olunca değerlendirelim dedik ve Çarşamba akşamı Cuma sabahı Belgrad’a gitmek üzere bilet aldık, otelimizi ayarladık. Perşembe günü de nereleri gezilir, ne yenir ne içilir onlara baktık, oldu bitti. Belgrad için hazırız.
Geçen haftaki günü birlik çocuklu Barcelona kaçamağından sonra Belgrad’ı 1 gece çocuksuz yapmaya karar verdik. THY’de Belgrad’a sabah-akşam olmak üzere karşılıklı günde iki sefer bulunuyor. Biz Cuma sabah 7:40 uçağı ile gidip, Cumartesi akşam 20:20 uçağı ile döndük, gayet yetti.
Belgrad Nikola Tesla Havalimanı oldukça küçük..Havalimanı’ndan çıkar çıkmaz sol tarafta bulunan A1 otobüsleri ile direkt şehre iniliyor. Kişi başı 300 Sırp Dinarı(RSD). (1 TL yaklaşık 28 RSD, yani otobüs bileti 1 kişi 300 RSD/28= 10,70 TL) Taksiler de var, onlar da yaklaşık 1.200-1.500 RSD tutuyor, 4 kişiyseniz daha mantıklı olabilir.
A1 otobüslerin belirli üç durağı var oralarda duruyor. Siz otelinize yakın durağa göre inip yürüyebilirsiniz ki zaten Belgrad şehir merkezi oldukça küçük ve hemen her yer yürüme mesafesinde bulunuyor.
Saat 11:00’e doğru otele vardık ancak odamız boş olmadığı için yerleşemedik. Resepsiyondaki görevli odamız hazır olduğunda telefonla bilgi vereceklerini söyleyince biz de valizimizi teslim edip şehir turuna başladık.
Bu arada otelimizden çok memnun kaldık; Eden Luxury Suites Terazije. Terazije Square’de bulunan meşhur Hotel Moskva Belgrad’ın hemen çaprazında bulunan otelimizin konumu harika ancak girişi pasaj girişi şeklinde olduğu için biz hemen bulamadık. Haritada bir baktık ki geçmişiz ama görmemişiz, tekrar dönüp dikkat edince tabelasını fark ettik. Küçük ama gayet modern ve çok daha önemlisi çok temiz. 
HAMBURGERCİ
Otelin hemen sağ tarafında bulunan, en bilinen ve hareketli cadde Knez Mihailova bizdeki İstiklal Caddesi kıvamında. İş günü, sabah saatleri ve bir de havanın hafif yağmurlu olmasından sebep cadde bayağı bir sakindi.
Knez Mihailova Caddesi’nde bulunan Rajiceva Shopping Center’ın yan kapısının hemen karşısında bulunan Submarine’de yediğimiz homemade hamburger, uzun zamandır yediğimiz en iyi hamburgerdi diyebilirim ya da biz çok acıkmıştık, bize çok lezzetli geldi. Hele ortaya sipariş ettiğimiz beyaz trüf mantar soslu patates kızarması efsaneydi. Bu arada hamburger ekmeğinin beyaz ve tam buğday seçenekli olması da ayrıca güzeldi.
Sonra yürüye yürüye diyeceğim ama aslında oldukça yakında, caddenin sonunda bulunan Belgrad Kalesi (Kalemegdan)’ne gittik. Kale’nin girişi ücretsiz. Kale’nin bahçesinde  Osmanlı döneminden kalan III.Ahmet döneminde sadrazamlık yapmış olan Mora Fatihi Damat Ali Paşa’nın türbesi ve Sokullu Mehmet Paşa’nın çeşmesi bulunuyor. Kale’nin alt tarafında da Şeyh Mustafa’nın türbesi bulunuyor. Kale’nin ön tarafındaki tepeden Sava ve Tuna Nehri’nin kesiştiği noktaya şahitlik edebilirsiniz. Yine Kale’nin ön tarafında yer alan Zafer Anıtı(Pobedlik) de Osmanlı’dan izler taşıyor.  Şöyle ki; anıt Sırpların I.Balkan Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandıkları zaferin anısına dikilmiş. Hava güzel olsaydı Kalemegdan içerisinde Sava Nehri manzarasına karşı konumlanmış Cafe’de çok keyifli vakit geçirilebilirdi ancak bize kısmet olmadı.
Kale’den çıkıp Knez Mihailova Caddesi’nden sol aşağıya Kralja Petra Sokağı’ndan inerken hemen sol tarafta yer alan ve Belgrad’da bugün hala ibadete açık olan tek cami olan “Bayraklı Camii(Bajraklı Mosque)” de görmüş olduk. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan camiye bayraklı denilmesinin nedeni üzerinde İslamiyet’i simgeleyen bayraktan geliyormuş.
Aşağı doğru devam ederek Strahinjca Bana Bölgesi’nde yer alan yerel bir kafede mola verdik. Pastis Bistro Cafe turistlerden çok Sırp gençlerinin takıldığı bir kafe olması nedeniyle ayrıca hoşumuza gitti. Masada oturan 3-4 kişilik gruba sonradan gelenlerin de eklenmesiyle kalabalıklaşan masaların yanı sıra kitabını alıp tek başına kahvesini içen masalarla son derece keyifli ve hareketli bir mekândı. Tek kötü yanı içeride sigara içiliyor olması. Bu arada yalnız burada değil, Belgrad’da her yer sigara içmek serbest, o nedenle bizim gibi sigara kullanmıyorsanız kapalı alanlarda ara ara rahatsız olabilirsiniz, hazırlıklı olun.
Sonraki durağımız Bohem Mahallesi diye geçen Skadarlija (Skadarska). Arnavut kaldırımını andıran taşlarla döşenmiş ve trafiğe kapalı bu sokakta sağlı sollu barlar ve restoranlar bulunuyor. Bizim de tavsiyelerle gittiğimiz ve akşam yemeğini yediğimiz, Balkan yemekleri yapan meşhur Dva Jelena’da bu sokakta bulunuyor. Hazır gitmişken rezervasyonumuzu da teyit ettik, zira rezervasyonsuz gitmemenizi öneririm, yer bulunmayabiliyor.
Soluğu otelde aldık, odamıza yerleştik ve akşam çıkacağımızı da düşünerek iki saat dinlendik. Saat 19:30 gibi otelimizden çıkıp Dva Jelena (The Two Deer Restaurant)’a gittik. Balkan müzikleri eşliğinde çok keyifli bir yemek yedik. Menüden ben “Teleca Rebra”, eşim de “Juneci Medaljoni” seçtik, ortaya da başlangıçlardan bir peynir söyledik ama yemeklerimizi bitiremedik. Porsiyonlar oldukça büyük, fiyatlar uygun. Arka masamızda doğum günü kutlayan bir Türk çift bize pastalarından, biz de onlara 1 porsiyon ama 4 büyük büyük parçadan oluşan tatlımızdan (oraya özgü cevizli-üzümlü fırında pişen krem - adını almamışım) ikram ettik, Türk usulüJ İyi ki ayrı ayrı iki tatlı söylemedik, porsiyonlar gerçekten normalden büyük.
Yemek sonrası meşhur Belgrad gece hayatını görmek üzere Savamala Bölgesi’nde bulunan Hype’e gittik. Martinez, Hype ve Remix üç gece kulübü yan yana, Martinez ile Hype’a aynı kapıdan giriliyor… Belki okuduklarımızdan dolayı biz büyük bir beklentiye girdik ama birçok blogda yazılanın aksine biz çok etkilenmedik. Erkek nüfusu oldukça fazla, mekân dekorasyonu bizimkilere benziyor, müzikler ve kızlar güzel ama “gece hayatında bir numara” gibi bir durum yok. Dışarı çıktığımızda oksijen iyi geldi çünkü belli bir saatten sonra sigaradan dolayı içerisi gerçekten çok bunaltıcı oldu. Muhtemelen yazın açık havada bu kulüpler çok daha keyifli olur.
Sabah 11:00’de check-out yaptık ve valizimizi otele bırakıp Belgrad’ı dolaşmaya devam ettik. Bugün sakin sakin kafamıza göre gezeceğiz, çok fazla bir yer kalmadı zaten. Floresan lambayı, neon ışıklarını, hızölçeri, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını icat eden Nikola Tesla'nın müzesini ve Slavia Meydanı’nda Balkanların en büyük Ortadoks Kilisesi olan Aziz Sava Katedrali’ni gezdik. Ara sokaklarda kaybola kaybola, yoruldukça gözümüze kestirdiğimiz bir kafede bir şeyler yiyip içerek gönlümüze göre dolandık.
Belgrad’ın simgelerinden Hotel Moskva Belgrad’ın pastanesinin gelmeden çok methini duymuştum ki gerçekten pastalar görsel bir şölen sunuyor ama iç ortamının bize biraz klasik ve kasvetli gelmesinden sebep, hemen 50m ilerisindeki Aviator Coffee Explorer’ı tercih ettik ve çok memnun kaldık, tavsiye ederim.
Sokak ve caddelerde Vandalizm örnekleri çok fazla, binalar eski ve köhne… Şehrin genelinde savaşın izlerini hissetmemek mümkün değil… İnsanları son derece sevecen, sıcakkanlı ve güler yüzlü. Halk genel olarak yeme içmeyi ve eğlenmeyi seviyor. Bu arada dikkatimizi çekenler;  çay ya da kahvenin yanında su getiriyorlar, çayın yanında şeker yerine bal getiriyor ki ballarını biz çok beğendik hatta bizdeki gibi sokak standlarında satan yerel satıcılardan birinden bir kavanoz aldık. Yemeklerde kuver ekliyorlar, ekmek istiyorsan cüzi miktarda ücret alıyorlar ama değer, ekmekleri çok lezzetli.
PAZARSKI
Şehirden ayrılmadan son yemeğimizi de, yine Knez Mihailova’nın(yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere, Karışık ve büyük bir yer değil, genelde her yer Knez Mihailova Caddesi’nin etrafında yer alıyor) paralelinde yer alan Balkan Restoranı Manufaktura’da yedik. Dün akşam yiyemediğimiz meşhur “cevapi” kebabını ve ünlü mezeleri “ajvar”ı burada deneme fırsatı bulduk. “Cevapi” adı altında birkaç çeşit kebap vardı, “fark nedir?” diye sorduğumuzda “cevapi”nin dana ve domuz eti karıştırılarak, “pazarski”nin ise sadece dana etinden yapıldığını öğrenmiş olduk ve tercihimizi “pazarski”den yana kullandık. Mezelerinden “ajvar”ın muhteviyatı kırmızıbiber ve patlıcan, içine eklenen sarımsak ve baharatlarla gerçekten çok lezzetli bir meze. Manufaktura ve havalimanındaki duty free dâhil hemen her yerde bulabilirsiniz.
TREN İSTASYONU
Havalimanına taksi ile ya da havalimanından şehre inilen A1 nolu otobüs ile gidebilirsiniz. Otobüsün üç ayrı durağı var, bunlardan size yakın ve uygun olan birinden(biz tren istasyonunun hemen önünde bulunan duraktan bindik, saat başları dâhil 20 dakikada bir otobüs var) binerek 20-30 dakika içerisinde havalimanına ulaşabilirsiniz. Şehre inerken de havalimanına giderken de otobüsü kullandık, son derece rahattı ve fazla kalabalık değildi, fiyat yine aynı 300 RSD.
Daha öncede belirttiğim gibi havalimanı oldukça küçük ama yeme içme yerleri, duty free derken zaman geçiyor. Bu arada bir not daha, duty free fiyatları bizimkine göre biraz daha yüksek geldi bana, siz de bir bakarsınız.
Sonuç olarak, gittik, gördük, gezdik, yedik, içtik, eğlendik, bedenen yorulsak da ruhen dinlendik… Evet Beldrad’a çok bayılmadık ama hafta sonu bir gecelik bir kaçamak için, lezzetli Balkan yemeklerinden yemek ve gece eğlenmek için son derece keyifli bir alternatif.
Bir sonraki seyahate kadar hoş kalın…
Selin

4 Nisan 2018 Çarşamba


Holaaaa Barcelona…. 

Biliyorsunuz ana-oğul bize kapı gıcırtısı olsun yeter, hemen düşeriz yollara… Babamızın yatısı hafta sonuna denk gelince biz de onu yalnız bırakmadık tabiii ve 1 günlüğüne Barcelona’ya gittik… Bu sefer babaannemiz de bizimle geldi.
Uçağımız Cuma akşamı saat 20:00 civarındaydı. Hava alanına gitme, check-in, pasaport kontrolü derken telaştan yemek geç saate kalacak diye evden çıkmadan Uraz’ın karnını doyurdum. Çocuk aç kalacak diye içim içimi yemedi, kafam rahat etti.
Uçak sistemindeki çocuk videoları, oyuncaklar, yemek faslı derken açıkçası önceki seyahatlerimize göre çok daha rahat geçti. Sanırım büyüdükçe hem laftan anlıyor hem de neyin ne olduğunu… Son bir saat, artık her şeyden biraz hevesini alınca, eee bir de uyku bedene girince biraz huysuzluk yaptı ama o kadar da olacak artık. Biz büyükler bile bir süre sonra sıkılıyorken, 2,5 yaş için gayet normal. Yarım saatte olsa uyuyunca ben de bir keyif kahvesi içtim.
Otele geçiş yolu, oda vs.. o saat için ilgisini çekecek çok fazla etken olmasına rağmen uçakta fazla uyumadığı için otelde tekrar uyuması da çok uzun sürmedi.

Sabah erkenden kalkıp kahvaltı için yollara düştük. İlk durağımız, birçok farklı yerden tavsiyesini duyduğumuz Milk Bar&Bistro (http://www.milkbarcelona.com/). Port’a yakın bir ara sokakta, giderken “acaba adres doğru mu?” diye şüphe edebilirsiniz. Bu arada 09:00'da açılıyor ve 09:15'ten sonra sıra beklemek zorunda kalabilirsiniz, ona göre erken gidin derim, biz ucu ucuna kurtardık ama bizden sonra gelenler sıra bekledi.
 
Menüde birçok seçenek olsa da ilk dikkati çeken “Turkish egg” oluyor. Bu bizim bildiğimiz anam babam usulü çılbırın makyajlı hali. Sunumunun yanında lezzeti de gerçekten çok çok başarılı ama yoğurdu yoğun sarımsaklı, sevmeyen olabilir bilginize. Diğer tercihimiz de Mediterranean Toast; tam buğday ekmeği üzerine peynir, avokado ve sahanda yumurta… Son olarak ve özellikle bahsetmek istediğim de pancake…. Ben normalde pek sevmem ancak yediğim en en başarılı pancake olduğunu iddia ediyorum, önerisi benden denemesi sizden…

Böyle kallavi bir kahvaltı üstüne ağırlık çökmedi değil tabii ama zamanımız kısa, gezilecek yer çok, haydi tabanlara kuvvet… Milk’ten çıkıp sağ tarafa dönünce Barcelona’nın muhteşem dar sokakları arasında kaybola kaybola meşhur La Rambla Caddesi’ne çıkılıyor. Katalunya Meydanı ile Columbus Monument Heykeli(Port’a yakın,sahilde) arasında yer alan bu ünlü caddede sağlı sollu birçok hediyelik eşya mağazası, kafeler ve otellerin yanı sıra keyifli birçok sokak gösterisi yapılıyor. Aynı zamanda sahilden meydana doğru çıkarken sol tarafta yer alan Mercat de la Boqueria(Semt Pazarı)’da çiğ ve pişmiş envai çeşit et-balık ürünleri, şeker, sebze, meyve ve meyve suyu bulabilirsiniz. Özellikle görüntüleriyle görsel bir ziyafet sunan dilimlenmiş ve karışık hazırlanmış take away meyve dilimlerinden bir kap alıp,  yiyerek pazarın keyfini çıkartmanızı öneririm. Bu özellikle Uraz için harika bir ara öğün oldu.  
 
Hava güzel olmasına karşın inanılmaz rüzgârlıydı. Özellikle La Rambla’daki ağaçlardan dökülen polenler rüzgârın da etkisiyle havalarda uçuşuyor, insanın gözüne gözüne giriyordu. Uraz’ı her ihtimale karşın yanımıza aldığımız naylon puset örtüsüyle, kendimizi de güneş gözlükleriyle koruyabildik.
 
Pazar sonrası sola dönerek Katalunya Meydanı’na çıktık ve Starbucks’da bir kahve molası verdik. Yürürken denk geldiğimiz küçük bir alışveriş merkezinin çocuk bölümünde Uraz’ın da gönlünü yaptıktan sonra sıradaki durağımız; Passeig de Gracia Bulvarı’nda yer alan Casa Batllo ve Casa Amatller…

Dış mimari olarak ilginç görünümlü Casa Batllo, İspanyol mimar Antoni Gaudi tarafından 1904-1906 yılları arasında yapılmış. Dış yüzeyi rengârenk şekerlerden yapılmış gibi duran binanın giriş ücreti 24.50 Euro. İlk katında yer alan ince sütunlar nedeniyle Casa Batllo’ya “Kemikler Evi” de deniliyor. (https://www.casabatllo.es/en/)  
Casa Batllo’nun hemen yanında bulunan ve Mimar Puig i Cadafalch'ın önemli bir eseri olan Casa Amatller (Amatller Evi Müzesi) de, Barselona'daki modernist Katalan mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Giriş ücreti 19 Euro. (http://amatller.org/en/)
Binaların hemen önünde yer alan “Passeig de Gracia” metro durağından mor L2 hattında Badalona yönüne binerek “Sagrada Familia” durağında indik ve bitmeyen kilise Sagrada Familia’nın tam önüne çıktık.
 
Gaudi'nin ve Katalan Mimarisi'nin başyapıtı olan Sagrada Familia Kilisesi Barselona'nın sembolü. 1882 yılında yapımına başlanan kiliseyi 3. görüşüm ve halen inşaat devam ediyor, 2026 yılında tamamlanacağı söyleniyor. Giriş ücreti kulaklık, rehber gibi seçeneklere göre 15 ila 29 Euro arasında değişiyor, 10 yaş altı çocuklar ücretsiz. (http://www.sagradafamilia.org/en/)
 
Buradan Port’a gitmek için Sagrada Familia’nın biraz ilerisinde bulunan “Verdaguer” durağından sarı L4 hattı ile La Pau yönüne binerek “Barceloneta” durağında indik. Biraz Port’u gezelim dediysek de o kadar çok rüzgâr vardı ki soluğu yine birçok farklı yerlerden tavsiyesini duyduğum ünlü paellacı’da aldık; 7 Portes. Yeri hemen Port’un karşı tarafında, sabah kahvaltıya gittiğimiz Milk’e de çok yakın.
 
Yanımızda babaanne ve Uraz olduğu için çok kabuklulara girmeden başlangıç seçimimizi kalamar tavadan yana kullandık. Sonrasında da muhteşem deniz mahsullü paella… Tek kusuru azıcık tuzlu olmasıydı, ama o kadarı kadı kızında da olur yani.. Kahvemizin yanına tatlı olarak bir tane creme brulee söylemiştik ama Uraz o kadar iştahla yedi ki, biz de yiyebilelim diye bir tane daha söyledik. Gerçekten başarılı… (https://7portes.com/en/)
 
Bundan önceki gelişimizde de Port’ta History Museum of Catalonia’nın altında “Restaurante Cal Pinxo”’da paella yemiştik, o da çok lezzetliydi.
 
 
Bu seyahat için bir de yarım saatlik (yemekli ve bir saatlik olanları da var ama gidenler çok ticari olduğunu söyledi) bir Flamenko (https://www.masimas.com/en/tarantos - La Rambla’dan yukarı doğru çıkarken sağ paralelde, antika pazarının olduğu meydanda) gösterisi planımız vardı ama saatini denk getiremedik, neyse bir dahakine inşallah.. Yine gelmek için bahanemiz olsun…
 
Yemek sonrası taksiyle otele geçtik. Babaanne dinlenirken, biz geleneksel yurtdışı market alışverişimizi yapmak üzere otelin hemen yanındaki süpermarkete gittik. Hemen hemen her ülkede bir markete uğrayıp yiyecek içecek gibi farklı ürünler( sos, bal, atıştırmalık, peynir ve özellikle nacho-bizdeki cipslerden çok daha lezzetli) almayı seviyoruz. Ben bir de yurtdışındaki meyveli yoğurtların hastasıyım ama maalesef patlama riskine karşı genelde alıp orada yiyorum. Yanımda getirmeye cesaret edemiyorum çünkü el bagajında getirmek için 1-2 denemem oldu, hepsini de kontrollerde bırakmak zorunda kaldım.
 
Bu arada Uraz nerede mi? Arada market arabasının içinde oturup etrafa laf atmakla, ara ara da aşağıya inip reyonlardan kendine bir şeyler seçmekle meşgul…
 
Velhasıl valiz toparla, Uraz’ı uyut derken biz de resmen sızmışız. Sabaha karşı 03:00’te kalkıp havalimanına gittik. Barcelona havalimanında duty free saat 06:00’da açıldığı için her kapalıydı, o nedenle açıkçası uçak saatine kadar zaman biraz zor geçti.

 
 
Uçak kalkarken Uraz süt istedi, sütünü içti ve inişe geçene kadar yarım kalan uykusuna devam etti. “Çocuklar huzurlu, anneler mutlu” dedikleri tam olarak bu sanırım…
Bu seyahatte anladım ki; oğlum büyüyor… Eski seyahatlerimize göre gerek uçak yolculuğu esnasında gerekse şehri gezerken çok daha bilinçli, laf dinleyen, merak edip soran, neyin ne olduğunu anlayan hali beni gerçekten çok etkiledi ve mutlu etti. “Daha küçük anlamaz, getirmek götürmek zor olur” demeyin, bence çocuklarınızı da seyahatlerinizde(istisnalar kaideyi bozmaz) mümkün olduğunca götürmeye çalışın. Ne kadar erken yaşlarda alışırlarsa ileride o kadar uyumlu olurlar, seyahatlerde hem kendileri keyif alırlar hem de size huzur verirler. 
 
Sevgiyle kalın…
Selin

 






26 Mart 2018 Pazartesi


İlk tiyatro deneyimi

Geçtiğimiz hafta sonu babamızın yatısı olması nedeniyle Uraz’la 2 gün baş başaydık. Kabul edelim çocukla tüm gün evin içinde zaman bir yere kadar geçiyor. Özellikle kreşe başladıktan sonra her gün yarım gün de olsa aktiviteye alışan çocuk, haklı ve doğal olarak evde sıkılıyor. Bu nedenle, hem keyifli hem de aktiviteli bir hafta sonu geçirmek için hafta içinden araştırmalara başladım.

Hafta sonları birkaç kere oyun evleri ve sensory storytime aktivitelerimiz oldu. İlk olarak yine onların araştırmasını yaptım ama Uraz’ın yaş grubunda uygun bir şey bulamayınca aklıma tiyatro geldi. Genelde çocuk tiyatroları 3 yaşından sonra başlıyor ama zaten Uraz da 2,5 oldu ki girişte sıkıntı olmayacağını düşündüm. Bu arada Uraz’ın sıkılıp çıkmak istemesi de bir diğer ihtimal. “En kötü sessizce çıkarım” diye düşünerek gözümü kararttım ve Pazar günü için bir çocuk tiyatrosu belirledim: Bisküvi Adam.


David WOOD'S yazdığı oyun ara vermeden 1 saat sürüyor. 5 kişinin canlandırdığı oyunun konusu özetle şöyle; evin saati Guguk’un birdenbire kısılan sesi, onu ev sahipleri tarafından çöpe atılma tehlikesi ile karşı karşıya bırakınca mutfaktaki arkadaşları tuz, biber, poşet çay ve fırından yeni çıkan Bisküvi Adam ona yardım ederler. Bisküvi Adam'ın fare ile mücadelesi de mutfağın hareketlenmesine neden oluyor.
Ben hafta içi arayarak girişte bilet alabileceğimi teyit etiğim için online bilet almadım. Pazar günü havanın yağmurlu olmasından mütevellit trafik tabii ki yoğundu ve biz oyuna 5 dakika geç kaldık.  Görevliler gişenin oyunun başlamasından 30 dakika önce kapandığını ve bilet alamayacağımı söylediler. Gişenin erken kapanma bilgisinin bana verilmediğini, bu havada beni çocukla mağdur etmemelerini rica ederek onları ikna ettim ve 10 dakika gecikmeli de olsa oyuna girmeyi başardık. 
Gelelim Uraz ne yaaptı? Nasıl tepki verdi? Anladı mı?
Valla beklediğimden çok daha iyi geçtiğini itiraf etmeliyim. Oyun boyunca çocuklarla birlikte gülüp, alkışlara eşlik etti, müzikler çaldıkça yerinden kalkıp oynadı. Zaten pek yerinde oturduğunu söyleyemem, bundan sonra ona bilet almasak da olur sanrımJ 
Sonuç olarak anladım ki, Uraz’la birlikte artık tiyatro aktiviteleri de yapabiliriz. Bu benim için iyi bir gelişme çünkü yapabildiği aktiviteler arttıkça, benim onu eğitme, öğretme, geliştirme ve onunla keyifli vakit geçirme seçeneklerim artıyor. Bu arada bir de canlı performans olması nedeniyle, saygılı olmak adına tiyatroya geç kalmamak önemli. Ben  de dahil buna dikkat edelim lütfen.

Darısı sinema aktivitemizin başınaJ

Sevgiler
Selin KAYAR